16 Ağustos 2017

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR


Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de toplum nazarında kötü etkiliyor. Sedef hastalığı bu açıdan önde gelen dermatolojik hastalıklardan biri. Lezyonların genel karakteri, görüntüsü, kaşıntı hissi kişinin ev ve iş yaşamındaki sosyal işlevlerini bozuyor.


Sağlık Bilimleri Üniversitesi Öğretim Üyesi Dermatoloji Uzmanı Prof. Dr. Bilal Doğan, Sedef hastalığının tutulum şiddetine göre fiziksel kısıtlılıklara yol açmasının yanı sıra, kişide damgalanma, reddedilme, cinsel çekiciliğin azalması korkusu, işe girişlerde, terfilerde sorun yaşama çekinceleri gibi birçok soruna da neden olduğuna dikkat çekiyor.



Prof. Dr. Bilal Doğan sedef hastalığı ile ilgili şu bilgileri veriyor; 

Sedef hastalığı sistemik bir hastalıktır



''Sedef hastalığı, cilt üzerinde pullu plaklarla seyreden, aynı zamanda birçok sistemik patolojilere neden olduğu son yıllarda gösterilmiş olan, tekrarlayan, alevlenme ve iyileşmelerle hayat boyu devam eden, uygun tedavilerle yaşama olan kötü etkileri oldukça azaltılabilen kronik bir hastalıktır. Kadın ve erkeklerde eşit oranda gözlenir. Ortaya çıkışı sıklıkla 15-30 yaş aralığındadır. Sedef hastalığının şiddeti oldukça değişkendir. Tek bir plak ya da bütün vücudu kaplayan lezyonlar olabilir.

Sedef hastalığı toplumun yaklaşık %1-2’sinde gözlenir. Bu oran ülkeden ülkeye değişiklik gösterebilmektedir. Örn: Kuzey Avrupa’da %3, Asya’da %0,1 olarak bildirilmektedir, Afrika’da ise çok daha nadirdir. Ailede sedef hastalığı varsa bu oran yükselmektedir.

İkizlerde ve ailelerde yapılan çalışmalar, sedefin genetik temelli ve çok faktörlü olduğunu göstermektedir. Olguların yaklaşık %30’unda birinci derece akrabalarda da sedef hastalığı saptanmıştır. Çocukluk çağında ortaya çıkan olgularda bu oran %70’lere çıkmaktadır.

Sedef hastalığı artık sadece bir deri hastalığı değil, sistemik bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Eskiden bir tek eklem tutulumu ve psikolojik etkileri net olarak bilindiğinden, sadece fizik tedavi ya da romatoloji ve psikiyatri branşları ile işbirliği içindeydik. Fakat artık kalp hastalıklarında, metabolik sendromda, bazı barsak hastalıklarında da ilişkisi gösterildiğinden kardiyoloji, endokrin hastalıkları, iç hastalıkları, gastroenteroloji gibi branşlar ile de yakın bir şekilde işbirliği içine girmeye başlamış bulunmaktayız.''

Sedef hastalarının yaşadığı kaşıntı hissi depresyon ve anksiyeteyi tetikliyor

''Sedef nedeniyle tedavi planlanan hastalara, hangi tedavi seviyesinde olursa olsun psikolojik destek verilmelidir. Bu destek, hastaların gereksinim duyduğu ilaç dozunun azalmasına ya da hastaların daha hızlı iyileşmesine önemli katkı sağlıyor. Depresyon ve anksiyete, sedef hastalarının çoğuna eşlik eden sorunlardır ve bunların en büyük nedenlerinden biri de kaşıntıdır. Bu tür psikolojik sorunların tedavisi aynı zamanda dermatolojik tedavi sonuçlarını da pozitif olarak etkiliyor. Hastaların psikolojik olarak da iyi durumda olmalarını sağlamak, sedef hastalığı tedavisinin olmazsa olmazlarından biridir.''

Sedef hastaları, genellikle psikiyatriste gitmek istemiyor 

''Hastalara ilk desteği; gerek psikoterapik yaklaşım, gerekse ilaç tedavileri ile biz dermatologlar vermekteyiz. Hastalığın tedavisinin en iyi şekilde devam etmesi açısından, gerekli durumlarda bir psikiyatrist tarafından muayene ve tedavi olmaları konusunda hastayı ikna ederek yönlendirmek de çok önemlidir.'' Sedef hastalığı bulaşıcı değildir!

Prof. Dr. Bilal Doğan, yaz aylarında Sedef Hastalarının yaşadığı psikolojik sıkıntıların daha da arttığını, özellikle bu dönemlerde hastalığın bulaşıcı olmadığını sık sık gündeme getirmek gerektiğini söylüyor; ''Öncelikle sedef hastalığının bulaşıcı olmadığını hatırlatmak istiyorum. Fakat toplum bu hastalığa sanki bulaşıcıymış gibi yaklaşmaktadır. Bedenin kısmen açılmasını gerektiren, özellikle yüzme gibi sportif aktivitelerinde hastalar, çevrenin sadece bakış bile olsa tepkilerinden utanabiliyorlar, damgalanma, toplum dışına itilme korkusu yaşayabiliyorlar. Bu da beraberinde özgüven duygusunda belirgin zedelenmeye yol açıyor.'' 

Sedef hastalığı yönetiminde en önemli konu, hastanın güvenini kazanmak

''Hasta doktoruna güvendiğinde, dermatoloğu tarafından planlanan tedavi ve takiplere gönüllü olarak sadık kalıyor. Bir tedavinin etkili olup olmadığı hakkında karar verebilmek için de ilacın belli bir süre kullanılması gerekmektedir. İlacın bu süreden önce bırakılmaması gerekliliği konusunda hastanın bilgilendirilmesi oldukça önemli.''

Sedef hastaları yaz aylarında su tüketimini artırmalı! 

Yaz aylarında güneşin etkisi ile artabilecek kaşıntı hissinin azaltılması için kaybedilen suyun yerine konması gerekiyor. Prof. Dr. Doğan'dan hastalar için öneriler;

. Su tüketiminizi artırın
. Nemlendirici kullanın 
. Deride kızarıklık oluşturmayacak şekilde, dermatoloğunuzun önerisi doğrultusunda, belirli sürelerle güneşlenin 
. Tatilin gevşetici ve daha az stresli ortamının keyfini çıkarın


Kaynak: Popüler Sağlık Dergisi 

23 Şubat 2017

BİTKİSEL İLAÇLAR ALARM VERİYOR!


Prof. Dr. Karakan: “Doktor tavsiyesi olmadan alınan bitkisel ilaçlarla sağlığımızla kumar oynuyoruz” 

Türk Gastroenteroloji Derneği Üyesi ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarkan Karakan, aslında sadece Türkiye’de değil tüm Dünyada bitkisel ilaçlar ve gıda takviyelerine yönelik hızla yükselen bir akım olduğunu, bu durumun altında yatan nedenlerin ise “Artan sağlık harcamalarını dizginlemek, tedavisi olmayan hastalıklarda kısmen destek olmak, gereksiz antibiyotik kullanımını azaltmak” olabileceğini söyledi. Prof. Dr. Karakan, “Bunların dışında suistimal düzeyinde iddialar var ki bunlar hastaları tehdit ediyor.” diye ekledi. 


 “BİTKİSEL İLAÇLAR KARACİĞER VE BÖBREĞE ZARAR VEREBİLİR” 

 “Bitkiler doğal ürünlerdir ve insanlarda doğal olan ilaçtan daha güvenlidir” algısı var, ancak her zaman doğal=güvenli demek değildir.Örneğin maydanoz kürü, soğan kürü gibi tamamen zararsız görünen tedavilerde karaciğer hasarı oluşabilir. Birçok bitkinin dozuna bağlı olarak karaciğer ve böbrek hasarı görülebilir ve bu öldürücü olabilir. İlaçların birçoğu aslında bitkilerden elde edilir. Tedavi dozu ile tehlikeli doz alınan miktarla ilişkilidir. Yani en yararlı bitkiyi bile aşırı dozda aldığınızda toksik olabilir. Bu açıdan bakıldığında güvenlik konusu ne yazık ki göz ardı edilen bir konudur. Diğer bir nokta ise bu bitki karışımlarının gerçekten faydalı olduğunu gösteren kanıtların olmamasıdır. Burada sayamayacağımız kadar çok bitki karışımlarının aslında hastalıkların tedavisinde yeri yoktur fakat medya üzerinden sanki ‘mucizevi ürünlermiş’ gibi sunulmaktadır. Bu durum hastaların doktorlara ve modern tıbba güvenini kaybetmesine neden olmakta, doktor ve ilaç firmalarının gereksiz ilaçlar tavsiye ettiği düşüncesi oluşturmaktadır.”

 “BİTKİSEL ÜRÜNLER DOKTOR KONTOLÜNDE KULLANILMALI” 

FDA’nın bitkisel ürünler için GRAS (generally recognized as safe) yani genel olarak güvenlidir ibaresi koymakta olduğunu, uzun yıllar kullanılmış bitkisel ürünlerin yan etki kayıtlarına bakılarak bu ibarenin konulduğunu belirten Prof. Dr. Karakan, “Güvenli olduğu düşünülen bitkisel ürünler doktor kontrolünde destek (yardımcı) tedavi olarak kullanılmalıdır. Dozları belirlenmiş olmalı ve bu dozlar aşılmamalıdır. İlaçlarla olan etkileşimine dikkat edilmelidir. Son yıllarda ülkemizde de gelişen bir alan olan fitoterapi (bitki tedavi bilimi) üniversitelerde yerini almaktadır. Özellikle Eczacılık Fakültelerinde fitoterapi alanında çalışan bilim insanları ve mezunlarının gelecekte daha fazla söz sahibi olması gerekir.” dedi. 

 TÜRKİYE’DE EN ÇOK KİLO VERME, KANSERDEN KORUNMA İÇİN KULLANILIYOR” 

“Kilo verdiren bitkisel karışımlar karaciğere oldukça hasar verebilir. Yine kabızlık için kullanılan karışımlar nedeniyle karaciğer yetmezliğinden kaybedilen çok sayıda hasta vardır. Kanserden korunma amacıyla satılan bitkisel karışımların ise kanserden koruduğunu gösteren kanıtlar çok zayıftır. Zararı yararını geçebilir. Kanser tedavisi sırasında kullanılan bitkisel ilaçlar ise kemoterapinin etkisini azaltabilir veya arttırarak hastayı hastanelik edebilir. Diğer bir konu ise hastaların doktorlarına bitkisel ilaç kullandıklarını söylememesi ve bazen gizlemesidir. Bu durumda doktorun tedavisi değişebilmekte, hatta zararlı karışımlar ortaya çıkmaktadır.” 

 “BİTKİSEL ÜRÜNLER EN ÇOK MEDYA VE EŞ, DOST TAVSİYESİYLE ALINIYOR” 

Genellikle medyadan duyulan veya arkadaşlardan, komşudan tavsiye olarak örneğin, ‘Amcamın midesinde yara vardı, sarı kantaron içti bir şeyi kalmadı veya komşum şeker hastasıydı, çam ağacı suyu içti şekeri iyileşti’ gibi konuşmalar hastaları yönlendiriyor. Şehir efsanesi şeklinde mucizevi etkiler dilden dile dolaşmakta ve ‘kendi kendine tedavi etmenin gururu’ hastayı riske atmaktadır. Halbuki bu tip ürünlerin fitoterapi eğitimi almış eczacılar tarafından tavsiye edilmesi, doktor onayı ile sadece destek tedavisi olarak kullanılması güvenli bir yaklaşım olacaktır.”. 

 “HASTALAR MODERN TIBBA VE DOKTORA GÜVENMELİ” 

“Bitkisel ilaçların diğer bir dezavantajı standart olmaması. Örneğin bir bitkisel ürün bitkinin yetiştiği yer, hangi mevsimde toplandığı, o sene yağan yağmur miktarı gibi birçok faktörden etkilenir ve içindeki etken madde değişir. Bu nedenle standart yani her zaman aynı etkiyi göstermez. Diğer bir konu ise aktarlarda satılan bitkilerin gerçekten iddia edilen bitki olup olmadığıdır. Bazı durumlarda aktarlarda satılan bitkinin benzer aileden başka bir bitki olduğu az rastlanmayan bir durumdur. Sonuç olarak hastaların doktorlarına ve modern tıbba güvenmeleri çok önemlidir. Hastalıklar ancak bu konuda eğitim almış kişiler tarafından tedavi edilebilir. Hastaların hastalıklarını kendi başlarına çözmek istemeleri yarardan çok zarar getirecektir. Unutmayalım ki ilaçlar birçok aşamadan geçerek piyasa çıkmaktadır. Yıllar boyu süren ve çok maliyetli güvenlik çalışmaları sonucu ilacın etkin dozu, zararları net olarak ortaya konulmaktadır. Ancak bitkisel ilaçlarda böyle bir güvenlik yoktur. Doktor tavsiyesi olmadan alınan bitkisel ilaçlarda aslında sağlığımızla kumar oynamaktayız. Bu nedenle bilinçli bir yaklaşımla bitkisel ürünleri tüketmeli ve mutlaka bu konuda eğitim almış fitoterapistler (eczacılar) ve doktorlarla görüşerek bitkisel ürünleri kullanmalıyız. Unutmayın aslında tüm ilaçlar zehirdir, onların ilaç yapan dozlarıdır.”


19 Şubat 2017

Mavi Işık Biyolojik Saatimizi Bozuyor


Kullanımı her geçen gün artan elektronik cihazların ekranlarından yayılan mavi ışık, çeşitli sağlık sorunlarına zemin hazırlıyor. Göz sağlığını tehdit eden mavi ışığa gece vakti maruz kalmak biyolojik saatimizi bozarak kanser, kalp, şeker hastalığı ve obeziteye davetiye çıkarıyor. Çocukların göz sağlığını ve okul başarılarını da olumsuz yönde etkiliyor. Mavi ışıktan korunmak için almamız gereken önlemleri sıralayan Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Banu Coşar; bilgisayar, telefon ve televizyona bakarken mavi ışığı filtreleyen gözlüklerin kullanılması gerektiğinin altını çiziyor.



Gelişen teknolojiyle birlikte elektronik cihazların kullanımı da her geçen gün artıyor. Bilgisayar, cep telefonu ve tablet bilgisayar gibi cihazların kullanımının artması sağlık sorunlarını da beraberinde getiriyor. Araştırmalara göre mavi ışık yayan bu cihazları günde iki saatten fazla kullanmak göz yorgunluğu, göz kuruluğu ve odaklanma sorunlarına sebep oluyor. Göz Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Banu Coşar, mavi ışığa karşı ciddi tedbirler alınması gerektiğini söylüyor.

Mavi ışık biyolojik saatimizi bozarak kanser, kalp, şeker ve obeziteye davetiye çıkarıyor

Son 15-20 yılda ışık kaynaklarının ve teknolojinin büyük bir evrim geçirdiğini belirten Prof. Dr. Banu Coşar, “Ampuller ve floresan lambalar yerini LED ışıklandırmalara bıraktı. Beyaz ışıklı LED, içinde mavi-ışık ve fosfor barındırmaktadır. LED’in boyutlarının küçük olması akıllı telefonlar, tabletler ve TV ekranlarında tercih edilmesini sağladı. Bunun sonucunda da on yıl öncesine göre çok daha fazla mavi ışığa maruz kalıyoruz. Gece uykusundan hemen önce cep telefonu, tablet, bilgisayar kullanıldığında veya TV seyredildiğinde, uyku düzenimiz bozuluyor. Bunun yanı sıra mavi ışık gündüz saatlerinde dikkatimizi, tepki hızımızı ve ruh halimizi olumlu etkilemekle birlikte, gece maruz kalındığında biyolojik saatimizi bozuyor. Bunun da kanser, kalp, şeker hastalığı ve obeziteye yol açabileceği öne sürülüyor" dedi.

Mavi ışık uykuyu bozuyor, çocukların okul başarısını olumsuz etkiliyor


Özellikle gece uykusundan önce mavi ışığa maruz kalındığında, yani uyumadan hemen önce cep telefonu, tablet, bilgisayar kullanıldığında veya televizyon seyredildiğinde; çocukların uyku düzeninin bozulduğunu dile getiren Prof. Dr. Banu Coşar; “Çocukların yeterince uykusunu alamaması ise büyümelerini, dikkatlerini ve okul başarılarını olumsuz etkiler. Aynı zamanda çocuklarda dijital ekranlara çok bakmaktan kaynaklanan göz yorgunluğu, odaklama güçlüğü, göz kuruluğu, baş ağrısı; öğrenme ve üretkenliği bozuyor. Çocukların gözünün şeffaf tabakası (kornea) ve merceği, ışığa karşı erişkinlerden daha geçirgendir.  Bu yüzden iki yaşın altındaki çocuklara dijital ekran kullandırılmamalıdır” uyarısında bulundu.

Mavi ışığı filtreleyen gözlükler kullanın

Mavi ışıktan korunmak için almamız gereken önlemleri sıralayan Coşar, gece uykusundan 2-3 saat önce mavi ışık yayan elektronik cihazlara bakmayı bırakmanın gerektiğini söyledi. Mavi ışığı filtre eden gözlükler kullanmayı öneren Coşar, “Kullandığımız bu camlar, mavi ışıktan korunmanın yanı sıra parlamayı azaltarak daha rahat bir görüş ve renkleri daha doğal görmemizi sağlar" dedi.

Bilgisayar, telefon ve tabletleri sürekli kullananlar dikkat

-Ekran sizden 35-40 cm uzak olsun.
-Saatte en az 3 kez başınızı ekrandan kaldırıp, uzağa doğru bakın.
-Gözünüzde kızarma-batma gibi kuruluk belirtileri oluşuyorsa suni  gözyaşı damlası kullanın.
-Gece uyumadan 2-3 saat önce ekran kullanımını bırakın.
-Mavi ışığı bloke eden gözlük takın.
-Yılda bir defa göz muayenesi yaptırın.



24 Ekim 2016

Epikardiyal Yağ Birikim Kalp Hastalıklarının Oluşumunda Risk Faktörü




İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Keleş ve ekibinin; hamile kadınların preeklampsi denilen ve ölümcül olabilen yüksek tansiyon ve kalp tulumu ile kendini gösteren hastalığın varlığı ve ciddiyetinin yağ birikiminden kaynaklanabildiğini ortaya koyan çalışması, Seul’de yapılan 26th Meeting of the International Society of Hypertension-Hypertension Seoul 2016 uluslararası konferansında üçüncülük (bronz) ödülüne layık görüldü.


Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kalp hastalıklarından ölümün tüm ölümler arasında birinci sırayı teşkil ettiğini, özellikle kalp damar hastalıklarının oluşumunda birçok risk faktörü olduğunu belirten Prof. Dr. İbrahim Keleş, çalışma hakkında şu bilgileri verdi:

“Kalp hastalıklarından korunmak amacıyla öncelikle bu risk faktörleriyle mücadele etmek gerekir. Yüksek tansiyon, sigara, kolesterol, stres, cinsiyet gibi risk faktörlerinin yanı sıra yapılan yeni çalışmalar ve bizim de yaptığımız bir çalışma “epikardiyal yağ birikimi”nin yeni bir kardiyometabolik risk faktörü olduğunu göstermiştir. Kalbin dış tabakalarını ve ana koroner damarların etrafını kaplayan bu yağ birikimi olgusu diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak artık önemli bir risk faktörü olarak tanımlanmaktadır. Epikardiyal yağ birikimi ekokardiyografi ile ölçülmekte ve tanı koyulmaktadır. Nitekim ekibimizin yaptığı çalışmada; hamile kadınların preeklampsi denilen ve ölümcül olabilen yüksek tansiyon ve kalp tulumu ile kendini gösteren hastalığın varlığı ve ciddiyetinin bu yağ birikiminden kaynaklanabildiği gösterilmiştir”






28 Temmuz 2016

Hepatit Her Zaman Belirti Vermez




“Türkiye'de Hepatit B virüsünü taşıyanların oranı yüzde 4. Semptom görülmemesi nedeniyle, hastalığı teşhis edilmemiş milyonlarca HBV'li insan var.”

Türk Gastroenteroloji Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Birol Özer, Türkiye'de kanında Hepatit B virüsünü taşıyanların oranının yüzde 4 civarında bulunduğunu, aşılamanın, HBV'ye karşı başlıca korunma yöntemi olduğunu belirtti.





Prof. Dr. Birol Özer, 28 Temmuz Dünya Hepatit Farkındalık Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, gıdaların metabolizma, depolanma, detoksifikasyon ve protein üretimi başta olmak üzere 500'den fazla vücut fonksiyonundan sorumlu, kompleks bir organ olan karaciğerin, vücuttaki pek çok diğer organdan farklı olarak kendisini yenileyebildiğini, sağlıklı bir karaciğerin yüzde 75'i çıkartıldığında, geri kalanının birkaç ay içerisinde karaciğeri kendi orijinal boyutuna getirebildiğini anlattı. Hepatitin karaciğerin iltihabı olduğuna değinen Prof. Dr. Özer, karaciğer hasarının derecesini belirleyebilmek için karaciğer biyopsisi yapıldığını, biyopsi işleminin yararı düşünüldüğünde risklerinin çok az olduğunu belirtti.

HBV enfeksiyonu taşıyan insanların sayısı 350 milyon 

Prof. Dr. Özer, dünya üzerinde kronik HBV enfeksiyonu taşıyan insanların sayısı 350 milyon iken, 2 milyar kişinin hayatının bir döneminde virüse maruz kaldığını kaydederek, şu bilgileri verdi:
"Ülkemizde kanında hepatit B virüsünü taşıyanların oranı yaklaşık yüzde 4 civarındadır. HBV ayrıca son derece bulaşıcıdır, HIV virüsünden 100 kat daha fazla bulaşıcıdır. HBV insandan insana enfekte kan ya da vücut sıvılarına temasla bulaşır. En yaygın bulaşma şekli coğrafi bölgelere göre farklılık gösterir. Batı Avrupa'da enfeksiyonların büyük bölümü enfekte kişiyle cinsel temas ya da iğne ve enjektör paylaşımı yoluyla bulaşır. Ancak, Asya ve Ortadoğu'da HBV en yaygın olarak anneden çocuğa ya da çocuktan çocuğa geçer. Diğer yaygın bulaşma yolları ise enfekte bireylerle diş fırçası, tıraş bıçağı gibi kişisel eşyaların ortaklaşa kullanılması ve dövme ve piercing için sterilize edilmemiş alet kullanımıdır. Enfekte anneler virüsü doğum sırasında bebeklerine geçirebilir, ayrıca kazara batan iğneler yoluyla enfekte kana maruz kalabilecek sağlık personeli de risk altındadır."


Prof. Dr. Özer, Hepatit B virüsü açısından inaktif taşıyıcı olarak adlandırılan bireylerde virüsün çoğalma hızının oldukça düşük ve karaciğer testlerinin normal oluğunu ifade ederek, bu gruptaki hastaların tedavisiz izlendiğini kaydetti.

Enfekte kişilerin yüzde 15-25'inde virüsün çoğalma hızının yüksek olduğunu ve HBV kaynaklı karaciğer hastalığının geliştiğini anlatan Prof. Dr. Özer, virüs yüküne bağlı olmakla birlikte genç yaşta enfekte olanlarda 15-20 yılda, ileri yaşta enfekte olanlarda 7-8 yıl içinde, normal karaciğer dokusunun yerini ölü skar dokusunun alması demek olan sirozun ortaya çıktığına işaret etti.

''HBV'nin tüm dünyada kronik karaciğer hastalıklarının ve karaciğere bağlı ölümlerin baş sebebi''
"Kronik HBV'yi vücuttan tamamen yok edecek bir tedavi seçeneği günümüzde yoktur, ancak daha ağır ve hayati tehdit oluşturan komplikasyonların gelişmesini önlemeye yardım eden iki tip tedavi bulunmaktadır. İnterferon tedavisi antiviral ve bağışıklık sisteminin enfeksiyona yanıtını güçlendirmek yoluyla etki gösterir ve iğne şeklinde uygulanır. Direk etkili antiviral tedavi ise virüsün kendini kopyalarken kullandığı sürece doğrudan müdahale ederek, böylece kandaki virüs miktarını azaltmak suretiyle etkili olur ve tablet şeklinde kullanılır. Tedavi, kandaki virüs miktarının azaltılmasını, bu miktarın zaman içerisinde mümkün olan en düşük seviyede tutulmasını hedefler. Tedavinin sonlandırılması ise HBsAg'ye karşı antikorun (Anti-HBs) oluşması ile gerçekleşir."


Aşılamanın HBV'ye karşı başlıca korunma yöntemi olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Özer, "Aşı sadece daha önce virüse maruz kalmamış bireylerde etkindir. Aşının birer ay ara ile 3 doz uygulanması genellikle yeterli olmaktadır. HBV riski taşıyan kişilerin, teşhis için basit kan testleri hakkında hekimlerine danışmaları gereklidir. Yaratabileceği ciddi sağlık sorunları açısından olduğu gibi, enfekte kişi belirti göstermediği halde hastalığı başkalarına bulaştırabileceği için de HBV enfeksiyonunun tespiti kritik önemdedir. Semptom görülmemesi nedeniyle, hastalığı teşhis edilmemiş milyonlarca HBV'li insan vardır. HBV'nin yayılmasını önlemek için risk faktörlerini anlamak ve virüse maruz kalmaya yol açabilecek durumlardan kaçınmak gerekir" dedi.



Kaynak:http://populersaglikdergisi.com/hepatit-her-zaman-belirti-vermez-prof-dr-birol_ozer.htm

10 Haziran 2016

"İMMÜNOTERAPİ" BÖBREK KANSERİNDE YAŞAM SÜRESİNİ UZATIYOR



ABD'de düzenlenen kanser kongresinde sonuçları açıklanan iki ayrı çalışma, böbrek hücreli kanserlerde, bağışıklık sisteminin kuvvetlendirilmesi esasına dayanan "immünoterapi" yönteminin hastaların yaşam süresini uzattığını ortaya koydu.


American Society of Clinical Oncology (ASCO) 52. Kongresi'nde, bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek tümörü yok etmeyi amaçlayan immüno-onkoloji klinik araştırmaların sonuçları açıklandı.

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Kaplan, geçtiğimiz gün sona eren kongrede özellikle tedaviye ilişkin yeni yaklaşımların ele alındığını söyledi. Cerrahi müdahale, radyasyon, kemoterapi ve hedefe yönelik uygulamaların, kanser tedavisinin temelini oluşturduğunu belirten Doç. Dr. Kaplan, standart olarak uygulanan bu yöntemlerin ileri evre kanser hastalarında hem sağ kalım hem de pozitif yaşam kalitesinde yeterli başarıyı gösteremediğini ifade etti.

American Society of Clinical Oncology (ASCO) 52. Kongresi'nde, bağışıklık sistemini kuvvetlendirerek tümörü yok etmeyi amaçlayan immüno-onkoloji klinik araştırmaların sonuçları açıklandı.

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Kaplan, geçtiğimiz gün sona eren kongrede özellikle tedaviye ilişkin yeni yaklaşımların ele alındığını söyledi. Cerrahi müdahale, radyasyon, kemoterapi ve hedefe yönelik uygulamaların, kanser tedavisinin temelini oluşturduğunu belirten Doç. Dr. Kaplan, standart olarak uygulanan bu yöntemlerin ileri evre kanser hastalarında hem sağ kalım hem de pozitif yaşam kalitesinde yeterli başarıyı gösteremediğini ifade 


Doç. Dr. Kaplan, bu alanda yürütülen son klinik çalışmalardan birinin bağışıklık sisteminin kuvvetlendirilerek, tümörün yok edilmesine imkan veren "immüno-onkoloji" olduğunu belirterek, "Tümöre karşı hastanın bağışıklık sistemini çalıştırma prensibi, uzun yıllardır üzerinde çalışılan bir konu olmasına rağmen, uygun hedefin saptanıp ilaç haline getirilmesi günümüzde çığır açtı. Böbrek kanserinde de immuno-onkoloji alanındaki ilaçlar hızla kullanıma girdi" dedi. 

UZUN DÖNEM SAĞKALIM SONUÇLARI YÜZ GÜLDÜRÜCÜ

Böbrekten kaynaklanan kötü huylu tümörlerin renal (berrak) hücreli kanser olarak tanımlandığını anlatan Doç. Dr. Kaplan, kongrede immüno-onkolojik tedavi yaklaşımını temel alan iki klinik çalışmaya yer verildiğini belirtti. Her iki çalışmada elde edilen sonuçların, şimdiye kadar ileri evre böbrek hücreli kanser hastaları için immunoterapi ajanı ile elde edilmiş en iyi sağkalım sonuçları olduğunun altını çizen Doç. Dr. Kaplan, "Nivolumab'ın iki çalışmasında da uzun dönem güvenlilik ve yan etki profili, daha önce bildirilen çalışmalarla tutarlı çıktı. Dört yılı aşkın takip süresinin sonunda yeni güvenlilik sinyalleri tanımlanmadı" dedi. 

Doç. Dr. Kaplan, ayrıca şunları söyledi:
"Bulgular, bir çalışmada hastaların yüzde 38'inin dördüncü yılda ve yüzde 34'ünün beşinci yılda hala hayatta olduğunu gösterdi. Diğer çalışmada ise hastaların yüzde 29'unun dördüncü yılda hayatta olduğu gösterildi. Bu sonuçlar onkoloji tedavisinde bilim insanları arasında heyecan yaratmıştır. Çünkü, yaşam süresinde uzama ve yan etkilerin az olması kaliteli bir yaşam olanağı sağlamaktadır" 

22 Ocak 2016

Tüp bebek uygulamalarında yeni yöntemler


Tüp bebek uygulamalarında yeni yöntemler bebek sahibi olma şansını arttırıyor


Liv Hospital Kadın Hastalıkları, Doğum ve Perinatoloji Uzmanı Prof. Dr. Nilgün Turhan tüp bebek uygulamalarında son tedavi yöntemlerini anlattı.

Kromozom bozukluğunda tüp bebek tedavisi

Preimplantasyon genetik tanı (PGT); embriyoların rahim içine transfer edilmeden önce üçüncü veya beşinci gününde embriyolardan alınan hücre örneklerinde genetik testler yapılarak anneye sağlıklı embriyoların yerleştirilmesi yöntemidir. Sağlıklı embriyo seçilerek gebelik ve canlı doğum oranları artmakta aynı zamanda tıbbi sebepler nedeni ile gebeliği sonlandırma zorluğu ortadan kalkmaktadır.

Hedef canlı doğum oranını artırmak

PGT iki amaçla yapılır. Birinci amaç anöploid yani kromozomal olarak anormal olan embriyoların ayıklanarak öploid yani kromozomal olarak normal embriyoların seçilmesidir. Genç hastaların yumurtalarında kromozom bozukluğu bulunma riski daha düşük ve gebelik sonuçları daha iyi olmasına rağmen embriyolarının yaklaşık yüzde 20-40'ında kromozomal bozukluk vardır (anöploidi). Yaş ilerledikçe yumurta sayısı ve kalitesi düşer, embriyolarda kromozom bozukluğu bulunma riski artar.

37 yaş ve üzeri anne adayları, daha önce başarısız tüp bebek uygulamaları olanlar, embriyonun tutunamadığı hastalar, erken gebelik kayıpları olan hastalar, şiddetli sperm yapım bozukluğu olan çiftlerde PGT sayesinde kromozom yapısı sağlıklı olan embriyolar transfer edilerek canlı doğum oranının arttırılması hedeflenir. Daha önceleri bu genetik testler FİSH yöntemi ile sınırlı sayıda kromozom için yapılırken bugün kapsamlı kromozomal tarama (aCGH) tekniği kullanılarak incelenen embriyoya ait tüm kromozomlar ve kromozomlara ait bozukluklar tespit edilebilir.

Kimler PGT adayıdır?

PGT yapılmasında ikinci amaç ise belli bir genetik bozukluk veya hastalık taşıyıcısı olan eşlerde bu hastalıkların tanısının konmasıdır. Bunlar kromozomal anormallikler (translokasyonlar, inversiyonlar) olabildiği gibi bazen de Akdeniz anemisi, kistik fibrozis gibi mutasyonu bilinen genetik hastalık taşıyıcısı olan çiftler, geçmişte gen seviyesinde gösterilen bir durum nedeni ile hasta çocuğu olan veya kaybedilen çocuğu olan çiftler, ailesel bir genetik hastalık hikayesi olan çiftler tek gen hastalıkları için PGT adayıdırlar. Bunların dışında kan hastalığı olan kardeşin tedavisi için uygun doku tipinde embriyonun (HLA Tayini) belirlenmesi amacı ile de PGT uygulanır.

Tüp bebek tedavilerindeki yeniliklerden biri embriyoların blastosist evresine kadar (embriyo gelişiminin 5’inci ya da 6’ncı günü) büyütülerek embriyonun trofektoderm (plasentayı oluşturacak olan) tabakasından biyopsi almaktır. Bu sayede fetusa (doğacak bebeğe) ait hücreler zarar görmemiş olur. Bazen kadında veya erkekte olan dengeli kromozom bozuklukları (translokasyonlar, inversiyonlar, delesyonlar) çocuklarda zeka geriliği, gelişim geriliği, otizm spektrum bozuklukları, dismorfik özellikler ve diğer doğuştan anomaliler gibi birçok genetik sendromun sebebi olabilir. Kadın ve erkek tamamen normal görünse bile tüp bebekte döllenmiş yumurtaların yüzde 80’inden fazlası anormal veya taşıyıcı olacaktır. Kadın ve erkeğin kanında periferik karyotip tetkiki ile kromozomları incelenir. Yeni geliştirilen kromozomal mikroarray testi ise klasik karyotiplendirme testlerinin tespit edemediği derecede küçük genomik dengesizlikleri tespit edilerek tanı açısında 5 kat daha fazla kazanç sağlar.

Genetik hastalık taşıyıcısı olup olmadığı taranabilir

Daha önce genetik bir hastalık taşıdığı belirlenmiş bir çocuk sahibi olan çiftler, ailesinde genetik hastalık taşıyıcılığı olan bireyler, özellikle ülkemizde yaygın olan akraba evliliği yapmış çiftler ve etnik olarak bazı genetik hastalıkları taşıma riski yüksek bir gruba mensup çiftlerin kanından yapılan Genetik Hastalık Taşıyıcılık Testi ile genlerinde taşınma olasılığı muhtemel 200’ün üzerinde genetik hastalık ve yaklaşık 1600 kadar mutasyon açısından taşıyıcılık durumu taranabilir. 
Tek seferde 20 bin gene bakılabiliyor

Genom üzerinde proteinlerin kodlanmasını sağlayan DNA’nın kısa işlevsel bölgelerine egzomlar denir. Bunlar genomun sadece yüzde1'lik alanını kapsasa da genetik hastalıkların çoğundan sorumludur. Bilinen genetik hastalıkların sebebi olan bozuklukların yüzde 84'ü ekzom üzerinde bulunur. Toplumda çoğu nadir hastalık grubunda olmak üzere 2000'den fazla genetik hastalık vardır. Eski teknolojiler bir seferde tek gene bakabilirken, yeni nesil genetik teknolojiler tek seferde 20 bin gene bakabilir. Tüm egzom dizileme testleri klinik öneme sahip olan genlerinin yüksek güvenilirlikle dizilenmesini ve analizini sağlar.

Sağlıklı sperm nasıl seçilir?

Spermin genetik yapısı normal döllenme ve sağlıklı bir embriyoya hayat verme açısından önemlidir. Bazı durumlarda spermin DNA yapısı bozulur. Böyle bir sperm yapısı semen analizinde anormal bir sonuç vermez. Bu amaçla DNA’nın fragmantasyon analizi ile bütünlüğünün koruyup korumadığı test edilir. Açıklanamayan kısırlık, anormal embriyo gelişimi, tekrarlayan tüp bebek başarısızlığı, tekrarlayan gebelik kaybı durumlarında Sperm DNA Fragmantasyon testi yapılmalıdır. Normalde hasarlı sperm oranının yüzde 15’in altında olması beklenir. Yüzde 15-30 arası ara kademe olup yüzde 30’dan fazla anormal sperm içeren semene sahip erkekler risk altında kabul edilir. Tüp bebek tedavilerinde morfolojik olarak ciddi problemleri olan spermler ile yapılan işlemler sonucu gelişen embriyoların daha düşük kalitede olduğu bilinir. Bu nedenle mikroenjeksiyon için en iyi spermlerin seçilmesi çok önemlidir. Son zamanlarda kullanılmaya başlanılan ve yüksek büyütme ile en kaliteli spermin mikroskop ile çok büyütülerek seçilebilmesine imkan sağlayan IMSI sistemi sperm problemi olan çiftlerde kaliteli embriyoların gelişmesine ve daha yüksek gebelik oranları elde edilmesine imkan sağlar.

Blastosist (5. gün) transferi gebelik şansını artırıyor mu?

Tüp bebek tedavisinde embriyolar genellikle 2-8 hücre aşamasında (2-3 gün) rahime transfer edilmektedir. Embriyoların kültür süreleri 5. güne kadar uzatılarak blastokist hücreleri elde edilebilir. Blastokist hücreleri canlılığını ispatlamış rahime tutunma ihtimali yüksek hücrelerdir. Genel olarak “blastokist transferi” gebelik oranını artırır.

Hızlı dondurma yöntemi-vitrifikasyon hangi durumlarda kullanılıyor

Yumurta, sperm ve 3. gün ve 5. gün embriyoları bugün artık hızlı dondurma tekniği ile olan vitrifikasyon yöntemi ile dondurulmaktadır. Vitrifikasyon yöntemi ile dondurma çözme sonrası embriyolarda canlılık oranı çok yüksektir. Başarılı tüp bebek merkezlerinde embriyoloji laboratuarının yüksek teknolojiye sahip olması yanında laboratuarda en son teknikleri ve yöntemleri uygulayan embriyolog ve biyologların bilgi ve deneyimleri de gebelik oranlarını yükseltmektedir. Tüp bebek tedavilerinde her geçen gün gelişen yenilikler çocuk isteyen çiftlerde umutlarımızı ve başarı oranlarımızı artırmaktadır.

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...