01 Mayıs 2014

''Üreme Karnesi'' ile çocuk planlamasını daha net bir takvime oturtmak artık mümkün"



Değişen hayat şartları, sosyoekonomik faktörler, kariyer yapma isteği gün geçtikçe çocuk yapma ve hatta evlenme yaşını ileri dönemlere taşımaya başladı. ''Üreme Karnesi''  ile artık doğurganlığın hesaplanması, bir kadının hamile kalabilme gücü, bir erkeğin bir kadını hamile bırakabilme ihtimali hesaplanabiliyor. Kadınlar ne zaman menopoza gireceklerini, ne zamana kadar çocuk sahibi olabileceklerini bilmek istiyorlar.

Op. Dr. Aret Kamar
İstanbul Tüp Bebek ve Kadın Sağlığı Merkezi 
Genel Direktörü 


Erkekler için durum daha kolay.

Erkeklerde durum kadınlara göre daha kolay. Karmaşık parametreler yok. Yapılan bir sperm tahlili spermin sayısını morfolojik özelliklerini yani erkeğin fertilite gücünü ortaya koyuyor .Toplam hareketli sperm sayısı 15 milyonun üzerinde olduğu zaman erkek fertil yani çocuk sahibi olabilir kabul ediliyor.

Kadında ise durumun çok daha karmaşık .

Kadının yumurta miktarının ölçülmesi için pratikte en sık ve verimli kullanılan yöntem  vajinal yoldan yapılan ultrason incelemesi. Ultrasonografik olarak rahmin yapısı, miyom olup olmadığı, rahimde doğuştan gelen şekil bozuklukları, rahim içinde yer kaplayan oluşumlar ve rahmin doğuştan şekil bozukluklarını değerlendirebiliyoruz ve gebelik önünde bir engel varsa bunları zamanında tespit ederek, cerrahi yöntemlerle onarabiliyoruz.

Kadın İçin Üreme Karnesinde En Önemli Unsur Yumurta Rezervi

Kadının asıl doğurganlık gücünü belirleyen yumurtlama zamanında endometrium rahim iç tabakasının kalınlığı ve antral folikül denilen yumurta havuzu yani ultrason ile bakıldığı zaman yumurtalıkta görülen yumurta taslağı sayısı. Bu bir kadının bir ayda yumurtlayabileceği maksimum yumurta sayısı anlamına geliyor. Rahim içi kalınlığının yumurtlama zamanı 7 mm den fazla olması ve yumurta havuzunun da fazla olması kadının hamile kalabilme gücünü belirliyor. Ultrasound  iyi bir tanı aracı.

 
BU TESTLER MUTLAKA YAPILMALI

Yumurta havuzunu belirleyen kan testleri de oldukça önemli. En sık kullanılanları FSH ve AMH değerleri. FSH beyinde hipofiz bezinden salgılanan ve yumurtalığı uyaran hormon. Yumurtalıkta yumurta azaldıkça hipofiz bezi yumurtalığı çalıştırmak için daha çok FSH salgılıyor ve kanda FSH değerleri artıyor. FSH aydan aya değişkenlik gösterdiğinden,bugün genel yumurta havuzunu gösteren AMH daha çok kullanılır bir test halini almış durumda.

Kadının Yaşı  Önemli!

Tüm bu parametrelerin yanında çiftin üreme karnesinde kadın yaşı da çok önemli bir faktör. Biliyoruz ki 35'li yaşlardan sonra seneler geçtikçe, yumurta olsa bile yumurtaların döllenebilme ve gebelik getirebilme özellikleri azalmaktadır. Yani diğer bir deyişle 40 yaşına gelmiş bir kadının FSH ve AMH değerleri yani yumurta havuzları normal olsa bile gebe kalabilme şansları 30 yaşındaki bir kadının yarısıdır. O halde her zaman yumurta olması da yetmemektedir.

Özetle erkekte sperm tahlili, kadında yaş, yumurta havuzu (antral folikül ), FSH, AMH, yumurtlama zamanı rahim iç tabakası kalınlığı doğurganlıkla ilgili en önemli belirteçler. Doğurganlığını herhangi bir sebeple erteletmek isteyen bir çiftin bu değerlere mutlaka baktırması ve bu işle ilgilenen bir klinikte kontrol olarak ''Üreme karnesi'' dediğimiz raporlarını çıkarması gerekiyor. Çiftin yine diyabet, tiroid gibi hormonal rahatsızlıkları varsa ,özellikle ilerleyen yaşlardaki kadınların bu hastalıkları üreme önünde bir engel teşkil edebileceği için kontrol altında bulunmalı ve ilaç dozları da buna göre ayarlanmalıdır.


''Üreme Karnesi'' sayesinde ebeveyn olmak isteyen çiftlerin doktorlarıyla birlikte kendilerine bir yol haritası belirleme şansına sahip olacaktır.

Kaynak : Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014-51.Sayısından


http://www.populersaglik.com/ureme-karnesi-dr-aretkamar.htmhttp://www.populersaglik.com/ureme-karnesi-dr-aretkamar.htm



30 Nisan 2014

KORUYUCU HİZMETLER VE AİLE HEKİMLİĞİ


 ''Dünya üzerinde insan sağlığının ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat bunu anlayabiliyormuyuz, sağlıklı iken bunun ne kadar farkındayız orası şüpheli.''



Dr.Muhterem KOLAY
İZAHED (İzmir Aile Hekimleri Derneği) BAŞKANI

Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.

Hasta olduğumuz zaman yapılacak tedaviler, rehabilitasyon hizmetlerinin bütçemize yaptığı hasarı ve bir çok konuda sağlığın eski haline döndürülememesi düşünülünce, koruyucu sağlık hizmetlerinin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Koruyucu hizmetler denince de akla birinci basamak sağlık hizmetleri gelmektedir.İş birinci basamak olunca da Aile Hekimliği ön plandadır.
 Aile hekimliği sisteminin gerçek anlamda çalıştırılması hem ülke bütçesi için hem de insanlarımızın sağlıklı yaşama sürelerini uzatma anlamı taşımaktadır. İnsan ömrünün ortalama 70’ li yaşlar olduğunu düşünürsek, yaşlanmaya başlayan nüfusumuz için sağlıklı yaşamak ve sağlıklı yaşlanmanın ne büyük nimet olduğunu elbette anlıyoruz, ileriki yıllarda daha iyi anlayacağız.
Ülkemizde aile hekimliğine geçilmesi ile birlikte aile hekimi, ebe ve  hemşire arkadaşlarımızın gayretleri ile koruyucu hizmetlerin kalitesinde anlamlı oranda bir yükselme olmuş ve anne ölümü, bebek ölümü, aşılama oranları gibi bir çok göstergelerimiz anlamlı oranlarda yükselmiştir. Bu seviyeler yeterlimidir, elbette daha ileri seviyelere taşımak için çalışmalıyız.

. Günümüzde aile hekimlerinin yükünün büyük çoğunluğunun koruyucu hizmetlerden çok tedavi hizmetleri olduğunu görüyoruz.

Bir hekim yılda 12.000 poliklinik yapmak zorunda kalıyor. Bunun anlamı ise sadece poliklinik hizmeti ile bir hastaya maksimum 8 dakika ayırabiliyor demektir. Bunun yanında gebe,bebek,çocuk izlemleri, kanser izlemleri, obezite izlemleri, belli yaş guruplarının izlemleri, rapor hizmetleri, evde sağlık hizmetleri vs. leri de kattığımızda bir kişiye ayrılabilecek sürenin 5 dakikanın altında olduğu görülmektedir.

.Hizmetin çeşitliliği elbette önemlidir ancak önemli olan, faydalı ve işe yaraması, kalitesinin iyi olmasıdır.


Çok çeşitli hizmet verilmeye çalışılıp bunlardan istenen sonucun alınmamasından ziyade, yapılabilecek kadar hizmet çeşitliliği oluşturup sağlıklı ve istenen sonuçların alınması önemlidir. Ülkemiz koşullarında bir aile hekimine düşen nüfus 3500 ler civarında iken, sistemdeki mevcut personelin hazırdaki işleri yapmakta zorlandığını düşünüldüğünde en azından hekim doygunluğu oluşuncaya kadar aile hekimlerinin hizmet yükünü arttıracak yeni uygulamalardan kaçınarak, yapılan işlerin verimli ve kaliteli olmasına olanak sağlanmalıdır. Ortaya çıkan her işi, açıkta olan her görevi aile hekimliği üzerinden yapmaya çalışmak, iş yükünü artırmak yapılan hizmetlerin kalitesini düşürmekten öteye bir anlam taşımayacaktır. Ayrıca çalışanlar üzerinde fazla yük onların stresini arttıracağından, yılgınlık ve bıkkınlığa yol açacaktır.

. Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.


Koruyucu hizmetin kalitesi ve verimli uygulanması da gelecek için çok önemlidir. Aile hekimliğinin iş yükünün hesaplanarak, bu gün için kaliteli ve verimli olmayacak hizmetlerin yürürlüğe konulmaması, çalışanların moral motivasyonlarının yüksek tutulmasının öneminin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Gönüllü ve yüksek moral ile yapılan işlerin kalitesi ve amaçlanan sonuçları elde etme oranı her zaman yüksektir. Bu amaçla sağlıklı toplum sağlıklı yaşam, sağlıklı yaşlanma hedefimizi yerine getirirken, sağlık çalışanlarının da sağlıklı çalışma, sağlıklı yaşama ve sağlıklı yaşlanma haklarını gözetmek sistemin başarısı için şarttır.


Kaynak : Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 /51.sayısından




“Bilim akciğer kanserini önce kronikleştirecek, sonra yenecek”



Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kanser görülme sıklığında artış yaşanıyor. Uluslararası Kanser Ajansı dünya nüfusunun artışına ve nüfustaki yaşlanmaya bağlı olarak 2025 yılında toplam 19,3 milyon yeni kanser vakası olacağını tahmin ediyor. TBMM Kanser Araştırma Komisyonu’nun 2011 yılında yayımladığı rapora göre, Türkiye'de yılda 150 bin yeni kanser vakası ortaya çıkıyor. Rapora göre kanser vakalarının yaklaşık yüzde 10'u genetik faktörlerden, yüzde 90-95'i ise çevresel faktörlerden kaynaklanıyor.



Doç. Dr. Ufuk YILMAZ
TAKD Başkanı
İzmir Dr. Suat Seren
Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Türkiye’de 50 bin akciğer kanseri hastası var
Türkiye’de, 2008 yılı istatistik verilerine göre akciğer kanserinde bir yıl içinde saptanan yeni akciğer kanserli olgu hızı, erkekler için yüzbinde 70, kadınlarda ise yüzbinde 8,4.Adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre, Türkiye’nin 2013 yılı toplam nüfusu 76 milyonun üzerindedir. Buna göre her yıl 30bin yeni akciğer kanserli hasta oluşmaktadır. Yeni akciğer kanserli hastaların 27.bininin erkek, 3bininin kadın hasta olacağını söyleyebiliriz. Her iki cinsiyette de 50 yaşından itibaren başlayan görülme sıklığındaki artış, 70’li yaşlarda zirve seviyesine ulaşmaktadır. 2012 yılı itibariyle, ülkemizde yeni ve eski akciğer kanserli 49.264 hasta bulunmaktadır.

Akciğer kanseri tedavisindeki son gelişmeler
Kanserin ilaç ile tedavisinde uzun zaman “ilacı uygula, etkiyi izle” stratejisi uygulandı.Bu uygulamalarda da genel durumu iyi olan hastalara benzer kemoterapi ilaçlarının verilirdi, etkinliği ise ancak 2-3 ay sonra anlaşılırdı. Bugün ise hangi hastaya hangi ilacın  iyi geleceğini , tedavi öncesi saptayabiliyor  durumda  olmamız önemli.Boğaz ağrısında, nasıl boğaz kültürü alınarak antibiyotik seçilebiliyorsak, artık  kanser tedavisi de böyle planlanıyor.  Bu nedenle bu testlerin yapıldığı merkezlerin yeterlilikleri değerlendirilmeli, geliştirilmeli  ve doğru hastanın doğru tedaviye ulaşabilmesi için doğru test sonucuna ulaşılması sağlanmalıdır

Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir


Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir,aynı tip kanseri olan her hastanın da kanseri aynı değildir. Her tümör farklı özellikler içeren, farklı sayı ve tipte genetik değişikliklere sahip hücrelerden oluşur. Hastadaki tümöre özgü genetik özellikleri tespit edip, tümöre ait genetik imzayı saptamak ve tümörün imzasına uygun kişiye özel ilaçlar seçmek, her kişiye farklı ilaçlardan oluşan bir reçete ortaya çıkaracaktır. Bu reçetedeki ilaçlar, kanserin devamından sorumlu genetik hasarı hedefleyecek ve başarı şansımızı arttıracaktır.

Ülkemizde kansere bağlı ölümlerde akciğer kanseri ilk sırada yer alıyor.

Kişiye özel tedaviler bu geniş hasta grubundaki hastalar ve tedavileri arasında bir farklılık  sağlıyor. Araştırmalar sonrasında, örneğin adenokanser tipindeki akciğer kanserinin %75’inde genetik değişiklikleri artık biliyoruz. Bu genetik değişiklikleri tek tek veya onlarcasını bir anda tetkik edebiliyor ve genetik değişikliği saptayabiliyoruz. Böylelikle uygun tedavi seçeneklerini  seçebiliyoruz.  Bu şekilde seçilen ilaçlar ile elde edilen cevap oranları %70-80’lere kadar ulaşabiliyor. Bu önemli bir gelişme. Ayrıca bu ilaçların ağızdan alınan tablet şeklinde olması kullanım kolaylığı da getiriyor.

Maliyet ve yan etki daha düşük

Bu yeni nesil ilaçların, kemoterapi veya  ışın tedavisi gibi geleneksel tedavilerden en önemli farklarından biri tablet formunda olması. Hastaneye bağımlılığı minimuma indirdiği için kanser tedavisindeki dolaylı maliyet azalmaktadır. Yan etki profili genellikle daha iyi tolere edilebilecek düzeydedir. Bulantı-kusma gibi hastayı üzebilecek yan etkiler oldukça azdır.

Son gelişmeler hastalara geleceğe dair umut veriyor

Hedefe yönelik ilaçları şimdilik daha çok, akciğer kanserinin adenokanser alt grubunda kullanıyoruz. Ancak, diğer akciğer kanseri tiplerinde etkili ilaçların araştırmaları devam etmektedir. Bilim önce akciğer kanserini kronik bir hastalık haline getirmeyi başaracak, sonra onu yenecek. Ben bunları uzak görmüyorum. Ciddi uzamış yaşam sürelerini yakın gelecekte duyabileceğimizi düşünüyorum.

Evre 4 akciğer kanseri tedavisinde genetik değişikliklere uygun olarak hedefe yönelik ilaçlar seçildiğinde ortalama yaşam süreleri 2 yıla kadar uzamaktadır. Bazı merkezlerde ortalama yaşam sürelerinin 4 yıla kadar uzadığı bildirilmektedir. Tedavide kullanılan cerrahi, radyasyon (ışın) ve ilaç gibi geleneksel tedaviler konusunda da son yıllarda sağlanan gelişmelerin hastalar açısından sevindirici.

Gelişen anestezi ve cerrahi teknikler başarılı ameliyat oranını arttırırken, yeni cihazlar ile tedavi planlamalarının düzelmesi ışın tedavileri ile elde edilen sonuçlarda iyileşme sağladı. Robotik cerrahi uygulamaları yanında video yardımlı torakoskopik akciğer rezeksiyon operasyonları ile ameliyat sonrası süreçte hastanede kalma süreleri önemli ölçüde azaldı. Işın tedavisinde tümörün yerinin daha iyi tespit edilmesi ve solunum kontrolünü sağlayan cihazlar normal organların ışından daha iyi korunmasını sağladı.



Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 51.Sayısından

"Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 gün boyunca en önemli olan dönemlerden biri lohusalık dönemi ve laktasyondur. "

Bebek ve çocuk ölümlerini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen birçok faktör vardır. Dünya genelinde, beş yaş altı ölümlerin %50’den fazlasında yetersiz beslenmenin katkısı olduğu tahmin edilmektedir. UNICEF, bebek ve çocuk ölümlerini azaltmanın en önemli yollarından birinin bebeklerin yeterli sürede ve uygun biçimde emzirilmesi olduğunu belirtmektedir.


Bebeklerin emzirilmesi çocukların büyüme ve gelişmesine katkıda bulunan en önemli unsurlardan biridir. Besin teknolojisindeki önemli gelişmelere rağmen, anne sütü bebek için en uygun besin olma özelliğini devam ettirmektedir.

Anne sütü tüm besinleri içerir.

Anne sütü, bebeğin yaşamının ilk altı ayında gereksinimi olan tüm besinleri içerir. Ayrıca temizdir, her zaman uygun ısıdadır ve anne ile çocuk arasında yakın bir bağ oluşmasını sağlamaktadır. Bunlara ek olarak, annenin antikorları aracılığı ile bebeğin hastalıklara karşı korunmasını sağlamakta ve beslenme bozukluklarının ve gıda kaynaklı enfeksiyonların sıklığını azaltmaktadır. Bu nedenle, bebeğe doğum sonrası en erken dönemde anne sütü verilmeye başlanması ve anne sütünün ilk altı ay tek başına, iki yaşına kadar ek besinlerle birlikte verilmesi önerilir.

Emzirme ve anne sütü ile beslenmenin bebek, anne ve topluma nutrisyonel, immunolojik, gelişimsel, sosyal ve ekonomik birçok yararı olduğu bilinmektedir. Emzirme ve anne sütü alımı bebeğin yalnızca o andaki sağlığını etkilemekle kalmayıp uzun dönemde de tip-1 diyabetes mellitus, çölyak hastalığı ve inflamatuar barsak hastalığı sıklığını azaltmakta, kolesterol ve kan basıncı düzeylerini düşürmektedir. Emzirmenin bu uzun dönem yararları yalnız kişisel değil toplumsal anlamda da önem taşıdığından sağlık politikamızın bir parçası olarak emzirme desteklenmektedir. Ancak emzirmenin desteklenebilmesi için doğum yapacak kadınların doğumdan önce emzirme konusunda yeterli bilgi sahibi olması ve emzirme konusunda istekli olmalarını sağlamak gereklidir. Her ülkenin kendi sosyoekonomik ve kültürel alt yapısına uyan önlemler alması ve bunun için de toplumda gebelerin emzirme konusundaki bilgi ve düşüncelerinin değerlendirilmesi ve emzirme durumunun belirlenmesi önem taşır.

Annelerin anne sütü konusundaki bilgi gereksinimleri var


Türkiye’de bebeklerin hemen hepsinin bir süre emzirildiği ve ortalama  emzirme süresinin 16 ay dolayında olduğu bilinmektedir. Buna karşılık, bebeklerin yaklaşık dörtte birine anne sütünden önce başka bir gıda verilmekte ve hemen hepsine altıncı aydan önce ek gıdalara başlanmaktadır. Bu bilgiler, Türkiye’de emzirmenin yaygın bir davranış olduğunu, ancak bebekler uzun dönem emziriliyor olmasına karşın, annelerin ilk emzirme zamanı, emzirme öncesi sıvı ve mama verilmesi, sadece anne sütü verilmemesi ve ek gıdaya erken ya da geç dönemde başlanması gibi konularda bilgi gereksinimleri olduğu ortaya koyulmuştur. Çalışmalar doğru emzirme konusunda annelerin bilgi ve motivasyonlarının yeterli olmadığını düşündürmektedir. Bebeğin sadece anne sütü ile beslenmesindeki başarı, annenin emzirmeye yönelik düşünce ve inançlarına, anne sütü konusundaki bilgisine, bebeğin ve annenin sağlık durumuna, doğduktan sonraki ilk saatlerde ve günlerde beslenme durumuna, doğum hemşiresinin laktasyonu sağlamaya yönelik prenatal ve postpartum girişimlerine ve annenin laktasyon dönemindeki beslenmesine bağlıdır.

Sonuç olarak; annelerin anne sütü konusundaki bilgi durumunun yükseltilmesi, doğum öncesi dönemde anne sütü konusunda sağlık personeli tarafından bilgilendirilmeleri halinde ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenme oranlarının artacağı yönündedir. Yapılan bireysel görüşmelerde anneler; doğum sonu ücretli izin süresinin kısa olduğunu, ekonomik nedenlerle istedikleri kadar ücretsiz izin alamadıklarını, bebeğin anne sütü ile beslenmesinde ve bakımında sıkıntı yaşadıklarını, süt izni süresinin yetersiz olduğunu, iş yerinde süt sağma ve emzirme için koşulların uygun olmadığını, işe başlarken bebeğin bakımı ve beslenmesi konusunda endişe yaşadıklarını dile getirmektedirler.

29 Nisan 2014

Cushing Hastalığı ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Her yıl yaklaşık bir milyon kişiden bir veya ikisini etkileyen Cushing Hastalığı en çok 20 – 50 yaş arası yetişkinlerde görülüyor.Hastalık; diyabet, osteoporoz ve buna bağlı kemik kırıkları, hipertansiyon, enfeksiyon, böbrek taşı ve kısırlık gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor.

Araştırmalar kadınların Cushing Hastalığına yakalanma ihtimalinin erkeklerden 3 kat daha yüksek olduğunu gösteriyor.Tanı konulmadığı takdirde Cushing Hastalığı ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor ve ölüm riskini artırıyor.


Türkiye Endokrinoloji Metabolizma Derneği Başkanı Prof. Dr. A.Sadi Gündoğdu 8 Nisan Cushing Hastalığı Günü nedeni ile yapılan basın açıklamasında; Cushing Hastalığının nadir görülen, birçok komplikasyona neden olabilecek ciddi bir hastalık olduğuna dikkat çekti.

“Cushing Hastalığı”beynin altında bulunan hipofiz bezinden aşırı ve kontrolsüz,  ACTH adı verilen hormonun salgılanması sonucu oluşan bir hastalıktır.

Her yıl yaklaşık bir milyon kişiden bir veya ikisini etkileyen Cushing Hastalığı’ı en çok 20 – 50 yaş arası yetişkinlerde görülmektedir. Görünür dış semptomlara ek olarak bu hastalığın; diyabet, osteoporoz ve buna bağlı kemik kırıkları, hipertansiyon, enfeksiyonlara yatkınlık ve kısırlık gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Cushing Hastalığı mortalite riskinin nüfus geneline göre 4 kata varan oranda artmasıyla ilişkilendirilmekte olup, kadınlarda erkeklere oranla 3 kat daha sık görülmektedir.

Cushing hastalığı çok çeşitli belirti ve eşlik eden hastalıklara yol açtığı için genellikle doğru tanı konulması gecikmektedir.

Erken tanı  şeker hastalığı, osteoporoz, kalp damar hastalıkları, hipertansiyon, kanama riskini önlemesi bakımından hayati önem taşımaktadır. Tanı geciktiği takdirde hastalığın sebep olduğu, komplikasyonlar ağırlaşarak ölüm riskini arttırmaktadır. 


Tıbbi olarak “Cushing sendromu” adını verdiğimiz kortizol yüksekliği ayrıca böbrek üstündeki bir adenomdan ya da çok daha nadir olan bazı kanser olgularında görülebilmektedir. Ayrıca uzun süre yüksek dozda kortizol içeren ilaçların kullanılması sonucu da Cushing sendromu oluşabilmektedir. 

Bu gibi belirtileri olan hastaların ayırıcı tanı yapılmak üzere bir Endokrinoloji uzmanı tarafından değerlendirilmesi gerekir. Cushing hastalığın tedavisinde; cerrahi (ameliyat) ilaç tedavisi ve bazı durumlarda  ışın tedavisi  uygulanmaktadır.


25 Şubat 2014

BU BELİRTİLER BEYİN TÜMÖRÜNE İŞARET OLABİLİR!

Beyin tümör metestazları

Beyin tümörlerinin görülme sıklığının 100 bin’de 14,5. Bizim nüfusumuza eşdeğer olan bir ülkede yılda yaklaşık 10 bin yeni tümör olgusu ilave olmaktadır. Beyin tümörlerinin en sık görülen tipi metastazlardır. Bunlar beynin kendi tümörlerine oranla dört kat daha fazla görülmektedir. Özellikle en sık beyne metastaz yapan tümörlerde akciğer kanserleri ilk sırada yer alırken meme kanseri de ikinci sıradadır. Hastalara yapılan Manyetik Rezonans görüntülemede ya da çekilen filmlerde kitle tespit edilmesi halinde hastalar derhal beyin cerrahına sevk edilir. Beyin cerrahı öncelikle hastanın nörolojik durumunu değerlendirir hastayı ameliyat için hazırlar.Bazı tümörler balon gibi büyür ve etraf dokuları iteler, bazıları ise etraf dokuyu işgal ederek ahtapotun kolları gibi beyne girer. Nasıl büyüdükleri tümör tipine bağlıdır.

Mikrocerrahi tedavi en başarılı yöntem

Beyin tümörlerinde mikrocerrahi tedavi yöntem gerek iyi huylu gerekse kötü huylu olsun her tümör tipinde ilk ve en başarılı tedavi yöntemi olmaya devam etmekte. 1980’den sonra Bilgisayarlı Tomografinin (CT) ve 1990’lardan sonra ise Magnetik Rezonansın (MRI) yaygınlaşmaya başlaması ile tanı koymada kolaylık sağlamakta. Navigasyon (beyin içinde yön bulma) yöntemleri ile ameliyat öncesi yapılacak cerrahinin planlanması ve tam doğrulukla lezyonun bulunması sağlanmıştır. Ameliyat esnasında kullanılan yöntemlerle hastaların tümörlerinin tama yakın çıkarılması sağlanmıştır. Bu yöntemlerin İntra operatif (ameliyat esnasında) MRI, CT ve Ultrason kullanımları ile ameliyat esnasında elektriksel uyarılar yapılarak beyin haritalanmasının yapılmasıdır.

Yeni tekniklerin avantajları


Özellikle beyinin kendi dokusundan kaynaklanan tümörlerin (bazı glial tümörler) normal beyin dokusundan ayırmak mikrocerrahi yöntemlerde dahi mümkün olmayabilir ya da bir kısım tümör normal doku ile örtülüp görülmeyebilir.Bu nedenle bu dokuların görülebilmesi ameliyat esnasında yapılan MRI ya da ultrason ile sağlanmaktadır.
2011’den beri Intraoperative Imaging Society Derneği’nin üyesi ve bu 2 yöntemi de kullanan bir beyin cerrahı olarak iki yöntemin de birbirine üstünlükleri bulunmakta olduğunu ifade edebilirim. İntraoperatif MR oldukça pahalı bir yöntem olduğu için yaygınlaştırılması oldukça zor olup İntraoperatif ultrason ise çok rahatlıkla her hastanede kullanılabilecek bir yöntemdir. Bu yöntem ile kemik açıldıktan sonra tümörün yerinin bulunması oldukça kolaydır ve ameliyat esnasında kalan tümör olup olmadığı ultrason ile ortaya konulabilir.
Ameliyat esnasında beyin haritalanması yöntemi ise beynin fonksiyonel önemli bölgelerinin ortaya koyulup yapılacak ameliyat esnasında tümör çıkarılırken nerede durmamız gerektiğini bize söyler bu sayede güvenli bir şekilde en geniş tümör çıkarımı sağlanabilir. Tümör ne kadar fazla çıkarılabilirse o kadar az, diğer tedavi alternatiflerine ihtiyaç duyulur. İyi huylu ve bazı az dereceli kötü huylu tümörlerde cerrahi ile total çıkarım sağlanabilir ve bu olgularda başka tedaviye gerek kalmaz. Eğer tümör bası yaparak hastada felç ve şuur bozukluğu yapıyorsa genellikle tümörün beynin o bölgesini işgal değil de itmiş olması istenir bu sayede hastanın felç gibi olan nörolojik problemleri ameliyattan sonra düzelebilir.

Cerrahi Sonrası Takip

Ameliyat sonrasında cerrah olarak tümör hakkında bir fikre varabilineceğini ancak patolojinin tam sonucu vermesi için birkaç gün beklemek gerekir.Eğer iyi huylu ve tam çıktı ise aralıklı kontroller hastanın takibinde yeterli olmaktadır. Bazı tümörler için radyoterapi (ışın tedavisi) yapılır. Eğer bu işlem yapılacaksa hasta radyasyon onkolojisi uzmanına yönlendirilmelidir. Eğer kemoterapi yapılması gerekiyorsa hasta tıbbi onkoloji uzmanına yönlendirilmelidir. Eğer tümör vücudun başka yerinden yayılan tip ise yani metastaz ise o zaman tümörün kaynağı bulunmaya çalışılır. Bu kadar detaylı olarak cerrahi tedaviden bahsetmenin sebebi, cerrahi ile iyi huylu beyin tümörlerde tam tedavi sağlanması ve kötü huylu beyin tümörlerinde de hastaların problemsiz sağkalım sürelerinin iyi cerrahi sonrasında uzadığının bilimsel olarak ortaya konmuş olmasıdır.

Tip 2 Diyabette Hareketsizlik Alarmı



Hareketsiz Tip 2 Diyabet hastalarında görülen kalp ve damar rahatsızlıklarının ölüme sebep olma riski %70 daha fazla.


Düzenli fiziksel aktivite yapmanın obezite, yüksek tansiyon, depresyon, tip 2 diyabet, kemik erimesi, kolon kanseri, meme kanseri gibi birçok hastalık riskini azalttığı biliniyordu. Yapılan yeni bir çalışma ise tip 2 diyabet hastalarında, fiziksel aktivitenin kalp ve damar rahatsızlıkları görülme riskini azalttığını ortaya koydu. Fiziksel aktivite seviyesi düşük olan tip 2 diyabet hastalarında kalp ve damar rahatsızlıklarının ölüme sebep olma riski %70 daha fazla. 


İsveç’in Diyabetoloji Topluluğu (Swedish Society for Diabetology-Swedish National Diabetes Register) tarafından yapılan ve European Journal of Preventive Cardiology tıp dergisinde yayınlanan araştırmada, yaşları ortalama 60 olan 15.462 diyabet hastası 5 yıl boyunca izlendi. Araştırmanın sonucuna göre, düşük fiziksel aktivite seviyesine (hiç ya da haftanın 1 ya da 2 günü hafif egzersiz) sahip olanlar, daha yüksek fiziksel aktivite seviyesine sahip olanlara oranla, yüzde 25 daha fazla kalp ve damar rahatsızlıklarına yakalanma riskine sahipken, kalp ve damar hastalıklarının  ölüm ile sonuçlanmasında ise %70 daha fazla risk altında.

Araştırmacılar çalışma ile ilgili, “Düzenli fiziksel aktivite diyabet hastalığı yönetiminin çok önemli bir parçasıdır ve bu çalışma daha kaliteli bir yaşam tarzı için düzenli fiziksel aktivitenin önemini vurguluyor,” yorumunu yaptı. 
Araştırmanın yürütücülerinden Dr. Björn Zethelius ise araştırma sonuçlarını şu şekilde değerlendirdi; “Çalışmanın sonuçlarından alınacak mesaj belli; hareketsiz bir yaşam tarzından kaçınmalı ve hayatlarımıza fiziksel aktiviteyi dahil etmeliyiz. Diyet yapmanın yanında fiziksel aktivite de tip 2 diyabet hastalığının tedavisinin temel taşlarından biridir.”
  
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız araştırmanın sonuçlarını şöyle yorumladı:
“Bir salgın hastalık olarak diyabet dünyada 382 milyon insanı etkiliyor ve her altı saniyede bir kişi diyabete bağlı nedenlerle kaybediliyor. Diyabetik hastalarda sağlıklı bireylere göre dört kata varan oranda fazla görülen kalp ve damar hastalıkları en sık ölüm nedeni. Şeker bozukluğu yanında şişmanlık, hipertansiyon ve kolesterol yüksekliği de bu durumu tetikliyor. Oysa bu ölümlerin önemli bir kısmı diyabetik hastaların tedavilerinin iyileştirilmesiyle önlenebilir. 

İsveçli araştırıcıların yaptığı bu çalışmanın sonuçları fiziksel aktivite düzeyi düşük olan diyabetik hastalarda 5 yıllık takipte ölüm oranlarının fiziksel aktivite düzeyi daha yüksek olanlara göre %70’e varan oranlarda artmış olduğunu gösteriyor. 15.462 hastanın verilerinin değerlendirildiği oldukça geniş çalışmanın bir diğer önemli sonucu 5 yıllık takip süresinin başında hareketsiz olup sonradan daha hareketli olan hastalarda da ölüm riskinin azalıyor olması. Birçok çalışma diyabette düzenli fiziksel aktivitenin kan şekeri, kan basıncı, kolesterol düzeyleri ve vücut ağırlığında iyileşme sağlayarak diyabet ilişkili kalp, göz, böbrek ve sinir hasarı riskini azaltabileceğine işaret ediyor. Orta şiddette aerobik egzersiz insülin direncinde düzelme ile ile kas dokusunun şeker kullanımını 20 kata varan oranda artırabiliyor.”

Düzenli fiziksel aktivitenin, beslenme planı ve ilaç tedavisi ile beraber diyabet yönetiminin çok önemli bir parçası olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız, diyabetik hastalara haftada 150 dakikalık aerobik aktivite (örneğin haftanın 5 günü 30 dakika tempolu yürüyüş) ile birlikte hastaya doktoru tarafından özel planlanmış kuvvet ve esneklik egzersizleri tavsiye ediyor.

02 Aralık 2013

MİDE KANSERİ TEŞHİSİNDE GEÇ KALMAYIN!


Sindirim sistemi denildiğinde ilk aklımıza gelen rahatsızlıklar gastrit ve reflüdür. En sık karşılaştığımız hastalıklar bu ikisi olmasına rağmen bunlarla benzer belirtiler veren tehlikeli bir hastalık daha vardır; Mide kanseri. 


Opr.Dr.Mücteba Gündüz
Genel Cerrahi Uzmanı

Bu sebeple mide kanserinin teşhisi hayati öneme sahiptir. Mide kanseri en sık görülen sindirim sistemi kanseridir. Mide kanseri erken dönemde hiç belirti vermeyebildiği gibi daha sonraki dönemlerde gastrit, ülser ve reflüden ayırt edilemeyecek şikayetlerle karşımıza çıkabilir. Bu belirtiler arasında şişkinlik, hazımsızlık, bulantı, kusma ve karın ağrısını sayabiliriz. Mide kanseri ancak çok ileri safhalarda kilo kaybı, şiddetli karın ağrısı ve önlenemeyen kusma gibi kendini diğer hastalıklardan ayırt eden şikayetlere neden olur. Artık bu dönemde hastalık ilerlemiştir ve etkin bir tedavi şansı yoktur.


Erken evrede belirlenen mide kanserinde iyi bir cerrahi tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Bu sebeple bireylerin taramaya girmeleri konusunda gelişme kaydetmemiz gerekmektedir. Bu taramalar gelişen endoskopik yöntemlerle kolaylıkla ve yüksek doğruluk oranı ile yapılabilmektedir. Özellikle sindirim sistemi kanserlerinde yeterli tedavi erken teşhis ile sağlanabilmektedir. 


STRES VE YOĞUN İŞ TEMPOSU STRESE VE YEME BOZUKLUĞUNA BAĞLI HASTALIKLARI DA TETİKLEMEKTEDİR.

Çağımızın getirdiği stres ve yoğun iş temposu strese ve yeme bozukluğuna bağlı hastalıkları da tetiklemektedir. Ülser ve reflü bu hastalıkların başında gelmektedir. Reflü hastalığında temel tedavi beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi ve ilaç tedavisidir. Cerrahi tedavi ise ilk seçenek olmamakla birlikte başarılı bir tedavi yöntemidir. Ameliyata hastanın tedaviye verdiği yanıt ve hastanın bireysel özellikleri göz önüne alınarak karar verilmelidir.  Ülserin tedavisi ise gastroskopi ile ülserin özellikleri detaylı olarak saptandıktan sonra ilaç tedavisi ile yapılmaktadır. Artık günümüzde ülser nedeni ile neredeyse hiç ameliyat yapılmamaktadır. Modern ilaçlar ülser tedavisinde oldukça başarılıdır. Ülser nedeniyle ameliyat ancak durdurulamayan kanama ve delinme ülser komplikasyonları geliştiğinde yapılmaktadır. Burada önemli olan hastanın mutlaka bir hekim kontrolünden geçmesidir. Mide kanserinin belirtileri bazen ülser veya reflü ile tamamen benzer olabilmekte ve teşhis ve tedavi konusunda geç kalınabilmektedir 



MİDE KANSERİ, KANSERDEN ÖLÜM SIRALAMASINDA 2. SIRADA 

Ülkemizde mide ve kalın bağırsak kanserleri en sık görülen kanser türleri arasında bulunuyor. Mide kanseri dünyada en sık görülen 4. kanser türüdür ve Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre de kanserden ölümlerin en sık 2. nedenidir. Kırk yaşını aşmış ve herhangi bir mide şikayeti olan kimselerin mutlaka gastroskopi yaptırmaları gerekmektedir. Kilo kaybı, tekrarlayan kusma, yutma güçlüğü, kanama ve kansızlık gibi alarm verici belirtileri olan kişilere yaşları ne olursa olsun gastroskopi yapılmalıdır. Ayrıca ailesinde mide kanseri öyküsü olanların belli aralıklarla bu tetkiki tekrarlamaları gerekmektedir. Ancak bu şekilde yapılan endoskopilerle hastalığın erken yakalanması mümkün olabilmektedir. 




“Mide kanserinin oluşumunda beslenme çok önemli bir etkendir.


Sebze ve meyveden fakir diyet, kurutulmuş, tütsülenmiş ve tuzlanmış gıdalar, gıdaların bileşimindeki nitratlar, A ve C vitamini eksiklikleri önemli risk faktörleridir.  Erkeklerde kadınlara göre iki kat daha sık görülür. Sigaranın da bir risk faktörü olduğu bilinmektedir. Yaşanılan coğrafi bölge de mide kanseri gelişimde etkilidir. Hastalığın erken dönemde özel bir belirtisi yok. Daha çok midede ekşime, yanma, ağrı gibi diğer mide hastalıklarına benzerdir. Bu belirtiler ülser, reflü ve gastritte de görülebilir. Hastalık geç teşhis edildiğinde tedavi şansı azalmaktadır. İleri evrede cerrahi tedavi yapılsa da hastalıktan kurtulma şansı düşmektedir. Erken dönemde tanısı konan hastaların önemli bir kısmı cerrahiyle şifa bulabilmektedir. Bu oran gastroskopinin tarama yöntemi olarak kullanıldığı ve bu şekilde erken tanının yapılabildiği Japonya gibi ülkelerde yüzde 70-80'e çıkmaktadır. Bu sebeple tarama ve testler hastalığın teşhisi için çok önemlidir.


MİDEMİZ ASİT FABRİKASI 

Diğer bazı maddelerle birlikte mide boşluğuna salgılanan hidroklorik asit, protein ve yağların sindirimi, B12 gibi önemli vitaminlerin emilimi ve bağırsaklarda bulunan bakterilerin mideye geçmeleri halinde yok edilmesi için gereklidir. Mide yüzeyindeki hücreler mukus denilen tükürük benzeri bir madde ile mide yüzeyini kaplayarak üretilen aside karşı mekanik bir bariyer oluşturur. Ayrıca bu hücrelerin ürettiği bikarbonat maddesi asidi nötralize ederek kimyasal bir koruma sağlar. Bu sayede mide kendi kendini sindirmekten korur.


ASİT İÇİNDE YAŞAYAN BAKTERİ 


Diğer bakterileri öldüren bu asidik ortamda, yaşayabilen özel bir bakteri bulunmaktadır; Helicobacter pylori. Gastrit, ülser, atrofik gastrit ve mide kanseri gibi hastalıklarda rolü olduğu bilinen bu bakteri ürettiği üreaz enzimi sayesinde çevresinde asitten korunmuş bir kalkan oluşturur. İnsanların %50’sinde bu bakteri bulunmaktadır. Hijyen koşullarının kötü olduğu temiz suyun bulunmadığı gelişmekte olan ülkelerde bu oran daha da yüksektir. Bu bakteri midenin asit üretimi daha da artırır. Ayrıca mide yüzeyini örten mukusun miktarını azaltıp kalitesini de bozarak midenin savunmasını zayıflatır. Zayıflayan savunma mekanizmaları artan asit ile birleşerek midede önce yüzeysel bir iltihaba yani gastrite neden olur. Bu durumun uzun süre devam etmesiyle daha sonra mide yüzeyinde ülser denilen yaralar açılır. Bu ülserler ardından mide kanamasına ve mide delinmesine yol açabilir. Bu bakteri özel ikili ya da üçlü antibiyotik tedavileri ile yok edilebilmektedir. Saydığımız tüm hastalıklarda rol oynayan bu bakterinin tespiti ve tedavi ile yok edilip edilmediğinin belirlenmesi önemlidir. H.pylori kan testi, nefes testi veya endoskopiler sırasında alınan biyopsi örneklerinde tespit edilebilmektedir. Gastrit ve ülser tanısı içinse endoskopi şarttır. Ülser tedavisi günümüzde ilaçlarla yapılmaktadır. Bu tedavide asit üretiminin baskılanması ve Helicobacter pylori’nin eradikasyonu esastır. Ülserde ameliyat sadece komplikasyonların tedavisi ile sınırlıdır. Ülser ancak kanamaya veya midede delinmeye neden olmuşsa cerrahi müdahale yapılır. 



Zeynep Çetinkaya

01 Aralık 2013

Alerjik Astım önlenebilen bir hastalık mıdır?




İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı Prof.Dr.Bilun Gemicioğlu, Alerjik Astım’ konusunda sorularımızı yanıtladı. 


Alerjik Astım nedir? Alerjik Astım nedir? Astım oluşmasına sebep olan faktörler nelerdir? Önlenebilen bir hastalık mıdır?


Astım, akciğer içi hava yollarının kronik inflamasyonu ve bronş hiperreaktivitesi ile seyreden, nöbetler şeklinde gelen öksürük, nefes darlığı, hışıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi ile kendini gösteren, diffüz değişken hava yolu obstüksiyonun olduğu, çok farklı fenotipleri olan bir hastalıktır. 

Astım oluşmasına sebep olan faktörlere ve oluşan klinik tablolara göre çeşitli gruplara ya da farklı fenotiplere ayrılır. Alerjik astım, ana tetikleyenin allerjen olduğu astımdır. Genellikle erken yaşlarda başlayan, hastalarda astımın yanı sıra egzema, allerjik rinit (saman nezlesi), ürtiker gibi hastalıkların da eşlik edebildiği, yüksek serum IgE düzeyleri ve pozitif deri testleri ile seyreden, ailesel yatkınlıkda izlenebilen bir fenotipidir. Allerjenlerle aralıklı karşılaşma kişide buna karşı duyarlanma oluşturur. 


Hava yollarında bu allerjenin tetiklediği bir inflamasyon ve aşırı duyarlılık ile semptomlar meydana gelir. Allerjik astımlı kişilerde, semptomlara neden olan çoğunlukla solunan allerjenlerdir. Bunlar ev tozu akarları, ot, ağaç pollenleri, küf mantarları, hamam böceği şeklinde sıralanabilir. Alerjik astımdan korunmak ve şikayetlerin ortaya çıkmasını engellemek için kişinin allerjenle temasını engellemek önemlidir. Ancak genetik olarak yatkın kişilerde çevresel etkenlerle oluşan bir hastalık olduğundan hastalık gelişimini önlemek oldukça zordur. Ancak genetik riski olabilecek kişilerde alınacak genel korunma yöntemleri (sigara içilmemesi, riskli mesleklerden kaçınmak gibi) bir dereceye kadar hastalığa engel olabilir.

Alerjik Astım kontrolü nasıl sağlanır?

Alerjik astım kontrolü için öncelikle kişinin hastalığının doğru bir şekilde tanınması gerekmektedir. Hastanın hastalık hakkında bilgi edinmesi için eğitim verilmeli, alerjenle temasını en az seviyeye indirilmelidir. Hastanın semptomlarına göre uygun basamaktan başlanır. Tam kontrol sağlandıktan 3 ay sonra basamak inilir veya kontrol sağlanamamışsa çıkılmalıdır. Tüm basamaklarda ihtiyaç halinde kısa etki başlangıçlı beta 2 agonist verilir. Tüm basamaklarda hastalığın kontrolden çıktığında kısa süreli (5-10 gün) steroid kürü (1mg/kg/gün metil prednizolon başlanıp azaltılarak) verilir. 

Aslında kural hastanın tedavisi ile kontrolde yani yakınmasız olmasıdır. Hasta takibe kontrole geldiğinde güncel ve gelecek kontrol kriterleri dikkatle sorgulanmalıdır. Buna ulaşılamamışsa hasta uygun basamağa yerleştirilememiş olarak kabul edilip tedavisi tekrar gözden geçirilmelidir. Tetikleyen bir nedenin varlığı araştırılmalıdır. İnhalasyon tekniği ve ilaçlara uyumu gözden geçirilmeldir. İlaçlarını doğru şekilde zamanında yakınması olmasa da alması sağlanmalı ve düzenli hekim tarafından takip edilmelidir buna göre tedaviye aynı şekilde veya basamak azaltarak veya artırarak devam sağlanmalıdır. Farklı bir fenotip hasta ise buna uygun tedavi ve izlem seçilmelidir. Astım kontrolünün önemi Astımın uygun bir şekilde tedavi edilip kontrol altına alınamaması gelecek riskleri artırmakta, morbidite ve mortalite oluşturmakta, hastanın yaşam kalitesinde kayba yol açmaktadır. Kontrol altında olmayan hastalarda acil servis başvuruları ve hastaneye yatış daha sık izlenmektedir. Kontrolsüz astımda gerek okul/iş günü kaybı gerekse maliyet artmaktadır. 

 Kontrolde tedavinin yeri nedir? 
Astım kontrolünde uygun tedavi önemli rol oynamaktadır. Uygun tedavi ile hastaların hem mevcut şikayetleri kontrol altına alınmakta hem de hasta olası gelecek risklere karşı korunmaktadır. İyi tedavi stratejileri izlenmesine rağmen, pek çok hastada astım kontrolü sağlanamamaktadır. Standart tedaviye rağmen, hastaların %72’si kısmen kontrol altında ya da kontrol altında değildir. Astım tedavisinin hedefi, kontrole ulaşmak ve kontrolü sürdürmektir. 

Kontrol altında olmayan astım hastalarının şikayetleri nelerdir?

Şikayetleri olan hasta ne yapmalı? Astımı kontrol altına alınamayan hastanın öksürük, nefes darlığı, hışıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi gibi şikayetleri devam eder, kurtarıcı ilaç gereksinimi artar, solunum fonksiyonları bozulur, fiziksel aktivitesinde azalma olur. Hasta günlük aktivitelerini yapmakta zorlanır, bu durum kişinin sosyal hayatınıda olumsuz etkiler. Şikayetleri olan hasta şikayetlerini doğru bir şekilde hekimine aktarmalı, tedaviye uyumu değerlendirilmeli ve tedavisi şikayetlerini kontrol altına alacak şekilde düzenlenmelidir.

Türkiye’de hastalıkla ilgili güncel durum  ve astım tedavisiyle ilgili gelişmeler nelerdir? 

Türkiye’de astımın görülme sıklığı yapılan çalışmalarda bölgesel farklılıklar göstererek %2.8 ile %9.8 arasında değişmektedir. Yaklaşık 3,5 milyon astım hastası mevcuttur. Türkiye’de 2006’da yapılmış çalışmada tam kontrol altında olan astım hastalarının oranı GİNA kriterlerine göre sadece %1,25’dir. Üçüncü basamakta da kontrolde ve kısmı kontrolde olgu oranı da 2008’de yapılmış çalışmada ancak %52 olabilmiştir.

Günümüzde Türkiye’de de, Amerika ve Avrupa’daki astım tedavisinde mevcut güncel tedavilere ulaşmak mümkündür. Bunların doğru şekilde kullanılmalarını sağlamak üzere Türk Toraks Derneği tarafından ‘Astım Tanı ve Tedavi Rehberi’ hazırlanmıştır. Hekimler tarafından astım tedavisi ve kontrolünün uygulanmasını artırmak, son eklenen tedavi ajanlarını aktarmak üzere çeşitli toplantılar düzenlenmiş olup halen sürdürülmektedir. Aynı şekilde hasta eğitim toplantıları ile de astım kontrolünün düzeltilmesi için çalışılmaktadır.

Zeynep Çetinkaya

29 Kasım 2013

30 BİN HASTA ORGAN BEKLİYOR ! Organ bağışlayarak hayat kurtarabilirsiniz.



Ülkemizde organ bekleme listelerinde hasta sayıları giderek artarken, yapılan organ bağışları ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalıyor. Türkiye Organ Nakli Vakfı Başkanı ve Sağlık Bakanlığı Organ Nakli Ulusal Koordinasyon Kurulu Üyesi Dr. Eyüp Kahveci ile Medicana International Ankara Hastanesi Organ Nakli Merkezi Direktörü Prof. Dr. Sadık Ersöz ülkemizde organ bağışlarının azlığına dikkat çekerek organ bağışı konusunda çağrıda bulunuyor.


Dünyada olduğu gibi ülkemizde de organ naklinde birinci sorunun organ bağışlarının azlığı olduğunun altını çizen Prof. Dr. Sadık Ersöz ve Dr. Eyüp Kahveci 10 yıl önce yüzde 70 olan organ bağışı oranının, 2013 itibariyle yüzde 22'lere düştüğünü ifade ederek, organ bekleme listelerinde hasta sayılarının giderek arttığını buna karşın temin edilen organ sayısının ise son derece yetersiz kaldığını vurguluyor.


30 BİN HASTA ORGAN BEKLİYOR

ORGAN BAĞIŞI ORANLARI TÜM ÇABALARA KARŞI YETERSİZ KALIYOR.

Dr. Eyüp Kahveci 
Türkiye Organ Nakli Vakfı Başkanı
Sağlık Bakanlığı Organ Nakli Ulusal Koordinasyon Kurulu Üyesi 

Türkiye’de organ ihtiyacı büyük bir hızla artıyor. Ülkemizde çeşitli organ nakilleri bekleyen yaklaşık 30 bin hasta bulunuyor. Tüm dünyada bu organlar kadavradan ve canlıdan olmak üzere iki şekilde karşılanıyor. Ancak organ bağışı oranları tüm çabalara karşı yetersiz kalıyor.
Kadavradan organ bağışı konusunda Avrupa'daki oran yüzde 80-85 iken, ülkemizde yüzde 20 ile 25 oranlarında. Tüm dünyada bağışların büyük bir kısmın kadavradan sağlanırken, ülkemizde beyin ölümü kavramı yeterince bilinmediği için organlar genellikle canlı vericiden sağlanıyor. Bu nedenle canlı vericiden sağlanan organlarla gerçekleştirilen nakiller kadavradan sağlanan organlardan gerçekleştirilen nakillerden çok daha fazla. 


BEYİN ÖLÜMÜ BİTKİSEL HAYATTAN FARKLIDIR. BEYİN ÖLÜMÜ KAVRAMININ DAHA İYİ ANLATILMASI GEREKİYOR.

Geçen yıl 1.478 beyin ölümü tespit edilmiş ve ailelerin izni ile sadece 345 organ bağışı alınabilmiştir. Bu oran tespit edilen beyin ölümü sayısına göre oldukça düşük kalmaktadır. Bunun için hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde meydana gelen beyin ölümlerinin zamanında tespit edilmesi önemlidir. Ardından ölen kişinin ailesinin beyin ölümü ve organ bağışı konusundaki farkındalığı en çok sıkıntı çektiğimiz konulardan bir tanesidir. Sıklıkla bitkisel hayat kavramıyla karıştırılan beyin ölümü, kesindir ve geri dönüşü yoktur. Oysa bitkisel hayatta, yaşam bir şekilde devam etmektedir. Ancak beyin ölümü olursa organ naklinden bahsedilebilir. Dolayısıyla beyin ölümünden organ nakline kadar olan süreçte toplumsal farkındalık için ciddi bir bilgilendirme gereklidir.Toplumun her katmanında, sağlık camiası ve sağlık çalışanları da dahil olmak üzere beyin ölümüyle ve organ nakliyle ilgili bir eğitim seferberliğine ihtiyaç bulunmaktadır.


İSPANYA’DA BAĞIŞ ORANI YÜZDE 85, TÜRKİYE’DE YÜZDE 22!

Ülkemizde ölüden temin edilebilecek organ kaynakları açısından, oldukça yaygın bir yoğun bakım hizmet ağına sahip olmamıza rağmen yeterli sayıda potansiyel organ vericisine ulaşamıyoruz.

Prof. Dr. Sadık Ersöz
Medicana International Ankara Hastanesi
Organ Nakli Merkezi Direktör

Ölüden organ temin sistemimiz ne yazık ki AB ortalamasına göre 7-8 kat geriden seyretmektedir. Beyin ölümü tanısı konulmadan ve organların kullanılması için aile ile görüşülmeden kaybedilen her vaka toprağa gömülen sadece bir kayıp değil beraberinde kaybedilen 5-6 hayat demektir. Burada yoğun bakım hekimlerine ve ailelere önemli bir tıbbi ve vicdani sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk ancak beyin ölümü süreçlerine ilişkin farkındalıkla mümkündür. 


BU SORUMLULUK ANCAK BEYİN ÖLÜMÜ SÜREÇLERİNE İLİŞKİN FARKINDALIKLA MÜMKÜNDÜR

2011 yılı sonu itibariyle beyin ölümü tespiti yapılan 1292 vakanın ailesi ile de görüşülmesine rağmen, yalnızca yüzde 26 oranında bir bağış alınmıştır. 2013 itibariyle bu oran yüzde 22 seviyesindedir. 2002 yılında yüzde 70 seviyesinde olan aile bağış oranı son 10 yılda maalesef bu rakamlara inmiştir. Ölüden, yani kadavradan organ temininde dünyada model ülke olan İspanya’da bağış oranı 2011 yılı için yüzde 85’tir, yani ailelerin sadece yüzde 15’i ölen yakınlarının organlarını bağışlamamışlardır. Organ bağışı konusunda, toplumsal farkındalığı artırmak için yanlış algılamalar ve önyargıların düzeltilmesine yönelik ulusal bir kampanyanın yürütülmesi gerekliliği önümüzde durmaktadır” diye konuştu.

21 Kasım 2013

KOAH, YILDA 3 MİLYON CAN ALIYOR!



Eğer sigara içiyorsanız, nefesiniz daralıyorsa KOAH’lı olabilirsiniz, doktorunuza başvurup bir soluk testi yaptırmak için ÇOK GEÇ DEĞİL!


KOAH(Kronik (Müzmin) Obstrüktif (Tıkayıcı) Akciğer Hastalığı), ne yazık ki toplum tarafından çok iyi tanınan bir hastalık değil. Kronik bronşit ve amfizem olarak da bilinen KOAH tüm dünyada yaklaşık 50 milyon kişiyi etkiliyor ve her sene 3 milyon kişi bu hastalık nedeniyle hayatını kaybediyor. Üstelik Dünya Sağlık Örgütü, 2020'de KOAH'ın tüm dünyada üçüncü ölüm sebebi olacağını öngörüyor. Toplumumuzda 40 yaş üstü her 5 kişiden birinde KOAH var, ancak 10 KOAH hastasının sadece biri doktora başvurmuş ve doğru tanı alabilmiş durumda. Yani Ülkemizde bulunan 5 milyona yakın KOAH'lı hastanın sadece 300-500 bini kendisinde hastalık olduğunun farkında.
Toplumun KOAH konusunda yeterli bilgiye sahip olmaması, hastalığın erken tanısını ve etkin tedavisini güçleştiriyor. Oysa basit ve ağrısız bir test olan 'nefes ölçüm testi' ile kişinin KOAH olup olmadığı kolayca saptanabiliyor. Uzmanlar, "40 yaş üstü, sigara içmiş ya da içmekte olan ve/veya meslek icabı ya da çevresel ortam gereği tozlu ortamlarda bulunan kişilerde müzmin seyirli öksürük, balgam ve nefes darlığı yakınmalarından en az birinin bulunması halinde kişinin bir göğüs hastalıkları hekimi tarafından görülüp 'Nefes ölçüm testi'ni yaptırması gerekir" diye uyarıyor.
TÜRK TORAKS DERNEĞİ DÜNYA KOAH GÜNÜ ETKİNLİKLERİ
Dünyada KOAH bilincinin oluşturulması adına çalışan Türkiye’nin de üyesi bulunduğu uluslararası bir organizasyon olan Obstrüktif Akciğer Hastalıklarına Karşı Küresel Girişim (GOLD) grubu “Global Initiative For Obstructive Lung Disease”, bu yıl 20 Kasım 2013'de her yıl yapılmakta olan Dünya KOAH Gününün onikincisini tüm dünya çapında gerçekleştirdi. GARD Türkiye (Kronik Havayolu Hastalıkları Önleme ve Kontrol Programı) çerçevesinde, Türk Toraks Derneği ve T.C. Sağlık Bakanlığı birlikte Dünya KOAH Günü aracılığı ile dünyada 4. ölüm nedeni olan KOAH ile ilgili bilincin oluşması için “ÇOK GEÇ DEĞİL!” sloganı ile 20 Kasım Dünya KOAH Günü dolayısıyla başta büyükşehirler olmak üzere birçok ilde Hastalar için konferanslar ve tarama testleri programları düzenledi. Hekimler tarafından yapılan çeşitli aktivitelerle kamuoyu ve medyaya yönelik olarak, bu önemli hastalıkla ilgili mesajlar verildi.
İstanbul’da yapılan etkinliklerden birisi ise Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi Konferans Salonu'nda düzenlenen "KOAH Hasta Eğitim Toplantısı” oldu. Toplantıda konuşan Türk Toraks Derneği GARD Temsilcisi ve İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilun Gemicioğlu, "Nefes darlığıyla başlayan bir durum, ama her nefes darlığı da KOAH değil. Her yıl 3 milyon kişi KOAH nedeniyle ölüyor. Türkiye'de üçüncü, dünyada dördüncü ölüm nedeni.2020'de ise tüm dünyada üçüncü ölüm nedeni olacağı tahmin ediliyor. Ama Türkiye'de hastaların yüzde 90'ı bunun farkında değil. Dünyada da bu oran yüzde 80. Ülkemizde 40 yaş üzeri her 5 yetişkinden biri KOAH'lı. Özellikle Adana bölgesinde yapılan tetkiklerde 19.3 gibi bir oran var KOAH'lı. Adana'da sigara içme ve tezek yakılması durumu çok fazla. Bu nedenle oran yüksek" dedi.
  

3 AYDAN UZUN SÜREN ÖKSÜRÜĞE DİKKAT
Hastalığın belirtilerinin yaşlılığa benzediğini ifade eden Prof. Dr. Gemicioğlu, "Sigara kullanmaktan kaynaklanıyor ve bilinmemesi nedeniyle ölümcül. Öksürük, nefes darlığı, öksürükle birlikte balgam çıkarma en önemli belirtiler. Maden işçilerinde, metal işçilerinde maruz kalınan gaz ve tozlar da KOAH'a sebep olabiliyor. Dış ortamı kirleten otomobil yakıtları da önemli bir neden. Hastalara nefes ölçümü yapıyoruz, bu basit bir testle KOAH tanısı konulabiliyor. Sigara içimi, gaz maruziyeti, 3 aydan uzun süredir öksürük ve balgam şikayetleri varsa bu kişiler mutlaka göğüs hastalıkları uzmanlarına başvurmalı" şeklinde konuştu.
HAYAT BOYU SÜREN HASTALIK

"KOAH ömür boyu süren bir hastalık" diye nitelendiren Prof. Dr. Gemicioğlu, "Gitgide ilerleyen bir hastalık. Diyabet, hipertansiyon gibi. Hastalarımızın üç ayda bir kontrole gelmesi gerekiyor. Ama hastalarımızın çoğu hep geç evrede geliyor. Atak anında bize geliyorlar. Çoğu atağın da en büyük nedeni alt solunum yolu enfeksiyonu olabilir. Tedavi olarak da, sigara içmeyi bırakın, grip ve zatürre aşınızı yaptırın, egzersiz yapın, sağlıklı beslenin, ilaçlarınızı doğru kullanın, enerjinizi doğru kullanın, oksijen tedavinizi doğru uygulayın, ataklarınızı kontrol edebilin diyoruz" dedi. KOAH'lıların beslenmesiyle ilgili bilgiler de veren Prof. Dr. Bilun Gemicioğlu, şöyle devam etti: “KOAH'lılar daha küçük aralıklarla, daha sık ve az beslenmeli. Çünkü bu hastalar yemek yerken büyük bir efor sarfediyor. Bu eforu sarfederken karbonmonoksit çıktığı için karbonhidrattan daha az ve fakir beslenmeli, daha çok protein ağırlıklı ve yine zeytinyağı gibi naturel yağlar tüketmeli. KOAH hastaları yavaş yemek yemeli. Hastanın oksijensizlik gibi bir durumu söz konusuysa hareketlere dikkat etmeli. Bu durumda hastaya çeşitli egzersizler veriyoruz.”

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...