07 Temmuz 2014

Epilepside Cerrahi Tedavi Hayat Kurtarıyor!


Türkiye’de sayıları 750 bini bulan epilepsi hastalarının yaklaşık %30’u ilaç tedavisinden fayda görmüyor. Bu güne kadar etkili şekilde tedavi edilemeyen bu hastalar artık cerrahi müdahale ile etkili tedavi imkanına sahipler. Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ersin Erdoğan ve arkadaşları tarafından Türkiye’de onbeş yıldır uygulanan epilepsi cerrahisi bu gruptaki hastalar için oldukça başarılı sonuçlar veriyor. 

Ufuk Üni. Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi ABD Öğr.Üyesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ersin Erdoğan, Epilepsi hastalığını ve cerrahi tedavisini anlattı.

Epilepsi halk arasında sara diye bilinen, nöbetlerle kendini gösteren kronik bir hastalıktır. Türkiye’de yaklaşık 750.000, Amerika Birleşik Devletlerinde ise üç milyon epilepsi hastası bulunmaktadır. Bu hastaların yaklaşık üçte biri yeterli ilaç tedavisine rağmen bayılmaya devam etmektedirler. ABD’de yıllık ameliyat sayısı 2000 ila 3000 arasında değişmektedir. Bu rakamların Amerika Birleşik Devletleri’nde bile ilaca dirençli epilepsi hastalarının sadece % 1’inin epilepsi merkezlerine refere edildiğinin veya ameliyat edildiğinin göstermesi bakımından gerçekten çok üzücüdür. Başarılı yapılan cerrahi tedavi, ilaca dirençli epilepsisi olan hastalarda tedavi sağlayıp uzun bir ömür fırsatı vermektedir. Cerrahi tedavi ve özellikle temporal lobektomi hem güvenli hem de uzun dönemde epilepsinin neden olduğu komplikasyonları engellemede etkilidir. Özellikle erken cerrahi epilepsi nöbetlerinin yapabileceği kötü sonuçları engellemesi açısından önemlidir. Devam eden nöbetlerde ne tür kötü sonuçlar vardır; Artmış ölüm oranı (yaralanmaya bağlı veya ani uykuda ölüm gibi), fiziksel yaralanmalar, kognitif disfonksiyon ve hayat kalitesinin düşmesi olarak sayılabilir. Hastanın nöbetleri kontrol altına alınmadıkça hayat kalitesinden hem kendisi hem de ailesi için bahsetmek imkansızdır. 

ÜLKEMİZDE EPİLEPSİ CERRAHİSİ İÇİN 300 BİN ADAY HASTA VAR! 

Türkiye’de yaklaşık 750 bin civarında epilepsi hastası olduğu tahmin ediliyor. Ve her yıl bu rakama yaklaşık 30 bin yeni epilepsi hastası ekleniyor. En önemli problem genel pratisyenlerin ve nörologların hastaları zamanında epilepsi cerrahisi yapan merkezlere yönlendirmemesidir. Bu hastalığa ilk müdahale nöroloji uzmanları tarafından ilaç tedavisi ile yapılıyor. İlaçlarla genellikle hastaların %70’i tedavi oluyor, fakat %30’luk bir hasta grubu bahsettiğimiz gibi ilaca dirençli çıkıyor. Bu grubun tedavisinde ise epilepsi cerrahisi uygulamak için biz devreye giriyoruz. Epilepsi cerrahisi, nöbetleri (bayılmaları) ilaçlar ile kontrol altına alınamayan hastalarda uygulanabilecek olan bir tedavi yöntemidir. Bu tedavi yönteminin uygulanmaya başlanması yüz yıl öncesine kadar dayanmaktadır, fakat epilepsi cerrahisinin güncel bir tedavi yöntemi olarak kullanılmaya başlanması 1980 ve 90'lardan sonra artış göstermiştir. 

İlaç tedavisine dirençli bu hasta grubunun bir kısmında cerrahi tedavi uygulanabilir.

Genel olarak ilaca dirençli olan hastaların %50'sine epilepsi cerrahisi uygulanabilir. Cerrahi tedavi ile nöbetler ya tamamen ortadan kalkmakta ya da nöbetlerin sıklık ve şiddetinde önemli derecede azalma sağlanmaktadır. Cerrahi tedavi uygulanacak hastalar devam eden nöbetleri ile birlikte kullandıkları yüksek dozdaki ilaçların kabul edilemeyen yan etkileri yüzünden "düşük yaşam kalitesi" olan hastalardır. Bu durumlardaki hastalara cerrahi tedavi şansı tanınabilir ve cerrahi öncesi incelemelere alınabilir.



04 Haziran 2014

YENİ TEDAVİLERLE LÖSEMİSİZ BİR HAYAT MÜMKÜN !


DÜNYA LÖSEMİ HAFTASI (30 MAYIS- 5 HAZİRAN 2014)


Prof. Dr. Fevzi ALTUNTAŞ
Türk Aferez Derneği Başkanı
Yıldırım Beyazıt Universitesi Tıp Fakültesi 
Hematoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi,
Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Hematoloji Kliniği ve Kemik İliği Nakli Direktörü.

Lösemi bir tür kan kanseridir. Hastaların çoğunda altta yatan sebep saptanamaz. Hastalıkla ilişkili bazı risk faktörleri tespit edilmiştir. Bunlar kanser ilaçları, radyasyon, ailevi sebepler, bağışıklık sistemi bozuklukları, bazı virüsler, diğer hematolojik kanserler, genetik ve moleküler bozukluklar olarak bilinmektedir. 

Akut lösemiler, daha şiddetli bulgularla kendini gösterir. Ciddi halsizlik, güçsüzlük vardır. Yüksek ateş, enfeksiyon, kanamalar görülebilir. Kanamalar sıklıkla cilt bölgesinde görülür. Diş eti kanamaları, burun kanamaları, göz kanamaları, idrar yolu kanamaları, mide-barsak kanamaları, beyin kanamaları görülebilir. Löseminin belirtileri arasında kemik ağrıları da sıklıkla yer alır. 

YENİ TEDAVİLERLE LÖSEMİSİZ BİR HAYAT MÜMKÜN
Lösemi tedavi edilmez ise ölümcül bir hastalıktır. Son yıllarda geliştirilen yeni ilaçlar, destek tedavileri ve ileri aferez teknolojileri sayesinde lösemilerde başarı oranları giderek artmaktadır. Yeni bireyselleştirilmiş tedavi stratejileri ile lösemisiz yaşam nispeten daha uzundur. Artık lösemiyi yenip evlenen, çocuk sahibi olan, üniversite sınavı kazanan, üniversiteyi bitirip iş bulan veya iş kuran, yurtdışına okumaya giden hastalarımız var, kısaca "lösemiyi, kanseri yenmek" artık mümkün. 

LÖSEMİ DEMEK KEMİK İLİĞİ NAKLİ DEMEK DEĞİLDİR; EN ÖNEMLİ AŞAMA İLAÇ TEDAVİSİDİR
Lösemide ilk aşama ilaç tedavisidir. Bunun çok iyi yapılması ve erken dönemde hastalığın kontrol edilmesi şarttır. Hasta kayıplarının çoğu löseminin erken aşamasında görülmektedir. Bu nedenle modern lösemi servislerine ve yataklarına ihtiyaç vardır. Erken dönemde lösemi kontrol altına alındıktan sonra hastalığın tekrarlaması bakımından yüksek risk taşıyorsa elde edilen erken yanıtın devamlılığının sağlanması ve güçlendirilmesi gerekir. Bu durumda da hastalığın tekrarlama riski göz önüne alınmalı ve tedavi buna göre planlanmalıdır. Bu seçeneklerden biri allojenik kök hücre naklidir.

Kan kanserinde en etkili tedavi yöntemlerinden biri kök hücre naklidir.
Kök hücre umuttur kök hücre gelecektir.Ancak kök hücre nakli, sorunların bittiği anlamına gelmemektedir. Lösemide nakil sonrası da nakil süreci kadar önemlidir. Nakil sonrasında yakın takip ve gerektiğinde acil müdahale de büyük önem taşımaktadır. Nakil yapılan hastaların tercihen nakil yapılan merkezde uzun yıllar takip edilmesi gerekir. Aksi takdirde bu hastalar aylar, yıllar sonra bile ciddi problemlerle karşılaşabilir.

LÖSEMİDE KAN BAĞIŞI HAYAT KURTARICIDIR

Lösemi hastasının kemoterapi uygulaması veya kemik iliği nakli tedavileri sırasında çok sayıda kan ürününe ihtiyacı olmaktadır. Yeterli kan ürünü sağlanamaz ise hasta o dönemde kaybedilmektedir. Bu nedenle kan bağışı en az ilaçların bulunması ve nakil sürecinin kolaylaştırılması kadar önemlidir. Aferez teknolojisinin gelişmesi ile birlikte artık istenilen kan ürünü daha fazla miktarda ve daha az sayıda vericiden güvenle elde edilebilmektedir. Bu şekilde akut lösemi hastasına mükemmel denecek düzeyde kan ürünü desteği sağlanmış olmaktadır. Aferez teknolojisindeki yeni gelişmeler ölüm oranlarını azaltmaktadır.

LÖSEMİ TEDAVİSİNE SAĞLIK BAKANLIĞI’NDAN TAM DESTEK
Aferez tedavisi kemoterapiye yardımcı bir tedavi yöntemidir. Aferez lösemi hücreleri fazla olan hastalarda erken dönemde uygulanırsa hayat kurtarıcı öneme sahiptir. İlk bir ay içinde lösemiye bağlı ölüm oranını azaltmaktadır. Sağlık Bakanlığı tedavinin önemine binaen dünyadaki gelişmelere paralel olarak “ Terapötik Aferez Sertifika Programı “ oluşturmuş ve bu merkezlerde şimdiye kadar 400′ün üzerinde sağlık personeli “ Terapötik Aferez Eğitimi” almıştır. Artık lösemi hastaları sertifikalı sağlık personeline emanet edilmektedir.

TÜRKİYE KEMİK İLİĞİ NAKLİNDE AVRUPA’NIN YÜKSELEN YILDIZI
Ülkemizde son yıllarda sağlığa yapılan yatırımlar ve mevzuattaki düzenlemeler ile vatandaşın kemik iliği nakli başta olmak üzere sağlık hizmetine ulaşması kolaylaşmıştır. Son 10 yılda nakil merkez sayısı 5 kat, nakil sayısı 10 kat artmıştır.  Otolog ve allojenik nakiller için bekleme sırası kalmamıştır. 2013 yılında 3000 civarı kemik iliği nakilleri gerçekleştirilmiştir. Sayı bakımından Avrupa’da 4. sıraya yükselmiştir. Nakillerin %10’unu yurtdışından gelen hastalar oluşturmakta ve her geçen gün artmaktadır.



KEMİK İLİĞİ NAKLİ BEKLEME DÖNEMİ BİTMİŞTİR. 
Sağlık Bakanlığının ve SGK’nın teşvik edici uygulamaları ile ülkemizde 10 yıl önce hayal edilemeyen nakil bekleme sırası sorunu çözülmüştür. Ülkemizde lösemili hastaya nakil yapılacak hastane bulanamıyor dönemi, en erken 3 ay sonrasına randevu veriliyor dönemi, lösemili hastalar sıra beklerken ölüyor dönemi bitmiştir. Tam tersine KİT merkezlerinin sayısı ve her yıl yapılan nakil sayısı çok hızla artmaktadır. Nakil merkezleri neredeyse hasta bekler hale gelmiştir. 


Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kök Hücre Nakli Merkezinde bekleme sıramız yok. Hastaları ortalama 1 ay süre içinde nakil ünitesine alıyoruz. Başta lösemi, lenfoma ve myeloma olmak üzere birçok kanser hastasına erken dönemde şifa şansı sunmaktayız. Merkezimizde kardeş, akraba, uygun vericisi olmayanlara akraba dışı vericilerden ve doku grubu uyumlu vericisi bulunmayanlara ise ''doku grubu uyumsuz nakiller'' dünya standartlarında başarı oranlarında yapılmaktadır. Hastalarımızın yaklaşık %10’u yurt dışından gelmektedir.  Bu sayı her geçen gün de artmaktadır. 


KÖK HÜCRE DENEME TEDAVİLERİNİN ÖNÜ AÇILMIŞTIR
Amerika’da ve Avrupa Birliğinde SGK benzeri geri ödeme kurumlarının ödemediği, deneme amaçlı tedavilere bile ülkemizde izin verilmekte ve teşvik edilmektedir. Henüz deneme tedavisi kapsamında olan haploidentik nakil dediğimiz uyumsuz nakillerin bile SGK tarafından geri ödemesi yapılmaktadır. Bunun yanısıra Amerika’da ve Avrupa’da geri ödeme kurumlarının ödemeği bazı kanserler, nörolojik hastalıklar, romatizmal hastalıklar,  immünolojik hastalıklar geri ödeme kapsamına alınmıştır. Deneme amaçlı kök hücre tedavilerinin önünün açılması ülkemizin kök hücre nakilleri ile ilgili vizyonunu yansıtmaktadır.


LÖSEMİDE  “BİREYSELLEŞTİRİLMİŞ” 
Yaşlılarda lösemi ve allojenik nakil sonuçları gençlere göre daha kötüdür. Yaşlılarda “nakil ile ilişkili ölüm oranı, erken dönem komplikasyon gelişme riski, ölümcül komplikasyon gelişme riski, doku reddi oranı, hastalığın tekrarlama riski” daha yüksektir. Ayrıca bu yaş grubunda bağışıklık sistemin yeniden yapılanması uzun sürmekte ve bu nedenle ciddi infeksiyon gelişme riski ve buna bağlı ölüm oranları da yükselmektedir. Nakil sonrası yaşam kalitesi ciddi oranda daha kötüdür. Takvim yaşından ziyade fizyolojik yaş daha önemlidir. Yani hastanın görünümü, "dinç" olup olmaması daha önemlidir. Bu nedenle nakil kararı bireyselleştirilmelidir. Amerika’nın “Fred Hutchinson, Johns Hopkins, Stanford Hospital, University of Minnesota, Duke University, Rush University, Clevand University” (http://bmtinfonet.org) gibi büyük merkezlerinde olduğu gibi tedavinin bireyselleştirilmesi teşvik edilmeli. Ülkemizin gelişmiş batı ülkelerindeki bireyselleştirilmiş tedavi ilkelerinden geri kalması düşünülemez.

ÜLKEMİZDE İLERİ YAŞTA NAKİL ORANI ARTIYOR

Ülkemizde maalesef allojenik nakillerin yaş ortalaması yaklaşık 40.  Ülkemizde şimdiye kadar 65 yaşın üzerinde nakil sayısı yok denecek kadar azdı. Bununda önemli sebeplerinden biri ülkemizde şimdiye kadar ileri yaşla ile ilgili bir yasal düzenlemenin olmaması idi. Artık sağlık otoritesi bir düzenleme yapmıştır.  Sağlık Bakanlığının “Bireyselleştirilmiş” tedavi düzenlemesi ile ileri yaş grubuna naklin önü açılmıştır. Ancak bu yaş grubunda nakli teşvik edici diğer unsurlarında devreye sokulması gerekir. Önümüzdeki yıllarda haploidentik nakillerde olduğu gibi ileri yaş grubunda da nakillerin artacağını ümit ediyorum. Bu şekilde çağdaş bilimin gereklerine ve hakkaniyete uygun, kolay erişilebilir, nitelikli sağlık hizmeti herkese sunulabilmiş olacaktır.

4 Haziran 2014 

30 Mayıs 2014

"Bel Ağrınızı Sorgulayın''




Hayatı ve hareketi kısıtlayan, ağrıya, iş görmezliğe, psikolojik sorunlara ve ileri evrelerde bazı hastalarda kamburluğa neden olabilen ve hastalığı sıklıkla genç erkeklerde görülen Ankilozan Spondilit'in (AS) en önemli belirtisi, bel ağrısı.



Türkiye Romatoloji Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ertenli, Türkiye Romatoloji Derneği olarak, "Bel Ağrınızı Sorgulayın" başlıklı bilinçlendirme kampanyası ile Ankilozan Spondilit (AS) hastalığı’nın erken dönemdeki en önemli bulgusu olan inflamatuvar bel ağrısı farkındalığını artırmayı ve inflamatuvar bel ağrısı olan hastaların en kısa sürede bir romatoloji uzmanına başvurarak uygun tanı ve tedaviye ulaşmasını sağlamayı amaçladıklarını belirtiyor.

3 AYDAN UZUN SÜREN VE İSTİRAHAT İLE ARTAN BEL AĞRISINA DİKKAT!

İnflamatuvar bel ağrısı, aralarında AS’nin de bulunduğu önemli bazı romatizmal hastalıkların erken dönemdeki en önemli bulgusu. 40 yaş öncesinde başlayan, 3 aydan daha uzun süre devam eden, aniden değil yavaş yavaş başlayan, sabahları yataktan kalkmayı zorlaştıran, istirahat ile geçmeyip hareket etmekle azalan ve ’inflamatuvar bel ağrısı‘ adı verilen bu ağrıya sahip kişilerde AS olma olasılığı bulunmaktadır.

Bu romatizmal hastalıklar erken teşhis edildiğinde kontrol altına alınabilmekte, böylece hastaların yaşamlarına ağrısız ve hareket kısıtlılığı olmadan devam etmeleri sağlanabilmektedir. AS hastalarının mümkün olan en kısa zamanda doğru teşhis ve tedaviye ulaşarak fonksiyonel durumlarının ve yaşam kalitelerinin iyileştirilebilmesi için inflamatuvar bel ağrısı farkındalığının artırılması gerekmektedir.
Erkeklerde kadınlardan daha sık görülen AS, hastaların çocuklarını kucaklarına alıp kaldırmalarını, onlarla doyasıya oynamalarını, gece rahat uyumalarını, hatta çoraplarını, ayakkabılarını giymelerini bile engelleyebilmektedir. Hastalarda yol açtığı engellenme duygusu, psikolojik sorunlara yol açabilmekte, hastalığın neden olduğu problemlerin yelpazesini daha da genişletmektedir. 

''Ankilozan Spondilit (AS) çoğunlukla genç yaşlarda ortaya çıkıyor’’

AS çoğunlukla genç yaşlarda ortaya çıkan ve omurga, kuyruk sokumu kemiği ile leğen kemiğini birleştiren sakroiliyak eklemleri etkileyen bir romatizma hastalığıdır. Genç yaşlarda en üretken çağda ortaya çıkan bu hastalık, sabahları yol açtığı tutukluk nedeniyle işe gitmeyi zorlaştırmakta, çalışma hayatına ara verilmesine dahi yol açabilmektedir. Birçok kişi için hayatı anlamlı kılan gündelik rutin işler, doğru tanı ve tedaviye ulaşamayan AS hastaları için ne yazık ki mümkün değildir. AS’de bel ağrısı dışında sırt, boyun ve kalçaların arka kısımlarında da ağrı hissedilebilir. Hastalığın son aşamasında bazı hastalarda toplum arasında ’kamburluk‘ olarak bilinen sırt ve boyun deformasyonu görülebilir. AS’nin bel fıtığındaki ağrıdan en önemli farkı, ağrının istirahat halinde artması ve aktiviteyle (hareketle) azalmasıdır. Her 100 ankilozan spondilit hastasından 7’sinin öyküsünde bel fıtığı ameliyatına rastlanmaktadır. Ankilozan spondilit en çok bel fıtığıyla karışmakta, her 3 ankilozan spondilit hastasından biri en başta bel fıtığı tanısı almaktadır.

“Bel Ağrınızı Sorgulayın” kampanyası

Her yıl Mayıs ayının ilk haftasının ''Dünya Ankilozan Spondilit Haftası’’ ve Cumartesi gününün de “Dünya Ankilozan Spondilit Günü” olduğunu ve bu hastalığa dikkat çekmeyi hedeflediklerini belirten Türkiye Romatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli; “Türkiye Romatoloji Derneği olarak, romatizmal hastalıkların toplumun geniş kesimlerince tanınması ve romatizmalı hastaların mümkün olduğunca erken dönemde doğru tedaviye ulaşarak sağlıklı bir yaşam sürmesi öncelikli hedeflerimiz arasındadır. Kampanyamızın amaçlarına ulaşması için medyanın ilgisi ve desteği bizim için çok önemli” dedi. 
Türkiye Romatoloji Derneği, “Bel Ağrınızı Sorgulayın” kampanyası dâhilinde, getirdiği fiziksel ve psikolojik sorunlarla toplumsal yükü ve maliyeti oldukça fazla olan engelleyici bir sağlık sorunu olan Ankilozan Spondilit (AS) hastalığı ile ilgili bilinç uyandırmayı hedefliyor.


Eğer;
  1. Bel ağrınız 40 yaşından önce mi başladı?
  2. Bel ağrınız 3 aydan uzun süredir mi devam ediyor?
  3. Ağrınız aniden değil, yavaş yavaş mı başladı?
  4. Bel ağrınızdan dolayı sabahları yataktan kalkmak zorlaşıyor mu?
  5. Ağrınız, hareket ettiğinizde azalıyor mu?
Bu sorulardan bazılarına “evet” yanıtı verdiyseniz sizde İnflamatuvar Bel Ağrısı olabilir. Kesin teşhis için mutlaka ve en kısa zamanda bir romatoloji uzmanına başvurun.
İnflamatuvar bel ağrısının en önemli özellikleri;
  • 40 yaşından önce başlaması,
  • 3 aydan uzun süre devam etmesi,
  • Aniden değil yavaş yavaş başlaması (sinsi başlangıç göstermesi),
  • Dinlenmeyle (özellikle gecenin 2. yarısında/sabaha karşı) ortaya çıkması, hareketle azalması,
  • Ağrıya yarım saatten daha uzun süren sabah tutukluğunun/katılığının eşlik etmesi,
  • Ağrı ve tutukluğun kortizon dışı anti-inflamatuvar ilaçlara çok iyi yanıt vermesidir.
İnflamatuvar bel ağrısı, aralarında AS*’nin de bulunduğu önemli bazı romatizmal hastalıkların erken dönemde ilk bulgusu olabilir. Bu romatizmal hastalıklar, erken teşhis edildiğinde kontrol altına alınabilmekte ve hastaların yaşamlarına ağrısız ve hareket kısıtlılığı olmadan devam edebilmeleri sağlanabilmektedir.

AS hastalığı kampanyası,tanı ve tedavi hakkında detay bilgi için : www.belagrinisorgula.com



GUT






Türkiye Romatoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Romatoloji ABD Öğ.Üyesi Prof. Dr. Sedat Kiraz romatizmal hastalıklardan "GUT" hastalığı hastalığın klasik olarak ayak baş parmağında ani başlayan çok ağrılı ve kızarık şişlik olarak kendini gösterdiğini belirtiyor.Bunun yanı sıra azalan bir sıra ile ayak bileklerinin, dizler el bileklerinin ve el küçük eklemlerinin de etkilenebildiğinin altını çizen Prof. Dr. Kiraz, "Her ne kadar ataklar arasında tam iyileşme olduğu gözlenebilirse de uzun dönemde tekrarlayan ataklar nedeniyle kronik hasarlanma neticesinde eklemlerde deformasyon oluşabiliyor" dedi.





Erkeklerde kadınlara oranla 9 kat fazla görülüyor
Hastalığın 45 yaş altında görülme sıklığının azaldığını dile getiren Prof. Dr. Kiraz, erkeklerde kadınlara göre 3-9 kat daha sık görüldüğünü bildirdi. Prof. Dr. Kiraz, "Hormonal nedenlerden dolayı menopozdan önce kadınlarda gözlenmesi beklenmez ancak menopoz sonrası yaş ilerledikçe kadın ve erkekler arasında görülme sıklığındaki fark azalır. Diyet alışkanlıklarının değişmesi, obezitenin artması ve alkol kullanımının yaygınlaşması gibi faktörler nedeni ile gut sıklığının da arttığı belirtilmektedir"dedi.


Gut, akut artrit atakları ile kendini gösteriyor.

Gut, çok ağrılı vasıfta tekrarlayan akut artrit atakları ile kendini gösteren metabolik bir hastalıktır. Hiperürisemi ile birlikte eklem sıvısında oluşan ürat kristallerinin inflamasyon mekanizmalarını harekete geçirmesi sonucu oluşmaktadır. Serum ürik asit konsantrasyonu 6,8 mg/dl sınırını geçince ürat kristali oluşma ve çökme riski artmaktadır ve serum ürik düzeyi arttıkça bu risk artmaktadır.
Klasik olarak, ayak başparmağında ani başlayan çok ağrılı ve kızarık şişlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte azalan bir sıra ile ayak bilekleri, dizler el bilekleri ve el küçük eklemleri de etkilenebilmektedir. Her ne kadar ataklar arasında tam iyileşme olduğu gözlenebilirse de, uzun dönemde tekrarlayan ataklar nedeniyle kronik hasarlanma neticesinde eklemlerde deformite oluşabilmektedir.
Yetişkin toplumda inflamatuvar artritin en sık nedenidir ve dünyanın çeşitli yerlerinden bildirildiği üzere ortalama %1 sıklığında görülmektedir. 45 yaş altında daha az görülmektedir ve erkeklerde kadınlara göre 3-9 kat daha sıktır.Hormonal nedenlerden dolayı menapozdan önce kadınlarda gözlenmesi beklenmez ancak menapoz sonrası yaş ilerledikçe kadın ve erkekler arasında görülme sıklığında ki fark azalır. Diyet alışkanlıklarının değişmesi, obezitenin artması ve alkol kullanımının yaygınlaşması gibi faktörler nedeni ile gut sıklığının da arttığı belirtilmektedir.

Gut prevelansı ile ilgili yapılmış bir çalışma...

Ülkemiz için gut prevelansı ile ilgili yapılmış çalışma sayısı çok azdır.Çakır N ve arkadaşlarının 2012’de ve Birlik M ve arkadaşlarının 2014 yılında yayımlanan değerli çalışmalarında, 20 yaş üzerinde gut prevelansı sırası ile Havsa bölgesi için %0.02 ve İzmir bölgesi için %0.31 olarak tespit edilmiştir.Yakın zamanda 7 merkez tarafından takip edilen gut hastalarının demografik özelliklerinin yansıtıldığı bir çalışma yayımlanmıştır. Bu çalışmada gut hastalığının başlangıç yaşı 52.4±14.2 (erkeklerde 50.6±13.5 iken kadınlarda 60.4±14.8) olarak bulunmuş ve kadın/erkek oranının yaklaşık 1/5 (55/257) olduğu görülmüştür.
Çalışmada gut hastalarında hipertansiyon %53. 5, obezite %40.1, hiperlipidemi %30.1, böbrek taşı %21.8, diyabet %17.9 ve koroner arter hastalığı %17 hastada birlikte görülen komorbiditeler olarak tespit edilmiştir. Bir çok hasta gut atağını tetikleyen bir faktör (alkol kullanımı, et ve deniz ürünlerinin fazla tüketimi, diüretik kullanımı, düşük doz aspirin, allopürinol tedavisi, enfeksiyon, cerrahi stres, travma gibi) tanımlayabilmektedir. çalışmamızda hastaların %85.-9’u atağı tetikleyen faktör/ler tanımlamıştır. Bunlar arasında hastaların %50’si tarafından tanımlanan diyet en sık görülen faktör olurken iken, ikinci sırada alkol kullanımı %15.7 hasta tarafından tanımlanmıştır.


İlk gut atağından sonra hastaların çoğu ilk 2 yılda ikinci gut atağını yaşamaktadır.





Çalışmada hastaların %94.7’si ilk 2 yılda ikinci gut atağını yaşamıştır. İlk atak ve ikinci atak arasında ki median süre 5 ay olarak hesaplanmıştır. Hastaların %78.7’sinde ayak başparmağı, ilk gut atağında tutulan eklem olarak tespit edilmiştir. Bunu %9.6 ile ayak bileğinin ve %4.3 ile diz ekleminin takip ettiği görülmüştür. Hastaların %92.3’ünde hiperürisemi, %13.5’inde de tofüs varlığı tespit edilmiştir. Ancak kristal inceleme hastaların yalnız %37.5’inde yapılmıştır.




12 Mayıs 2014

Çocuklarda ASTIM artıyor!



''Dünyada halen 300 milyon astımlı bulunmakta olup, her yıl 250 bin kişi bu hastalığa bağlı hayatını kaybetmektedir. Hastalık sıklığı halen orta ve düşük gelirli ülkelerde artmaktadır. On yıl içinde toplam astımlı hasta sayısının 400 milyona ulaşacağı, tahmin edilmektedir. Bu sayı o günkü dünya nüfusunun yirmide biri olacaktır.''


 Dünya Astım Günü sebebiyle 6 Mayıs 2014 tarihinde İstanbul'da düzenlenen basın toplantısına katılan Türk Toraks Derneği Bilimsel Komite Başkanı  Prof. Dr. Elif Dağlı, Türk Toraks Derneği Çocuk Hastalıkları Çalışma Grubu Üyesi Prof.Dr. Refika Ersu ve Türk Toraks Derneği GARD Temsilciliği Türkiye Koordinatör Yardımcısı Prof.Dr. Bilun Gemicioğlu ,dünyada ve ülkemizdeki önemli sağlık sorunlarından olan, özellikle çocuklarda ciddi bir artış gözlemlenen astım hastalığına dikkat çekti,önemli bilgiler paylaştı.. 


''ASTIM GÜNÜMÜZDE BELİRTİLERİ KONTROL EDİLEBİLİR BİR HASTALIKTIR''  

'Ülkeler arasında hastalık sıklığında farklılıklar görülmekle birlikte dünyadaki 1,9 milyar çocuğun ortalama % 10’unda astım bulunmaktadır. Astım günümüzde belirtileri kontrol edilebilir, çoğu zaman atakları önlenebilir bir hastalıktır. Bununla birlikte araştırmalar çocukların solunum yakınmaları olmasına rağmen yeterince tanı almadığını, tanı alanların bile yeterince tedavi edilemediğini ve bu nedenle astım atakları geçirdiklerini göstermektedir. Astımı kontrol altında olmayan çocukların fiziksel ve zihinsel gelişmelerinde duraklamalar görülmektedir. 

''TANI ALAN ASTIMLI ÇOCUKLAR BUZ DAĞININ UCUNU YANSITIYOR'' 

Dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan bilimsel çalışmalar çocukların uzun süre astım belirtileri göstermelerine rağmen tanı alamadıklarını ve tedavi edilemediklerini ortaya koymaktadır. Polonya’da astımın % 5 oranında tanı aldığı bir grup içinden astım tanısı almamış çocuklarda ayrıntılı incelemeler yapılmıştır. Solunum yakınmaları olan çocukların % 11 inde, hiç solunum belirtisi olmayan çocukların % 4 ünde astım bulunmuştur. Çalışma sonucunda gerçek astım oranının % 10 olduğu görülmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nde astım, çocuk acil başvurularında ilk üç neden arasındadır. Çocuklar arasında okul kaybına neden olan kronik hastalıklar arasında birinci sıradadır. 

 ''ASTIM TEDAVİSİ YETERİNCE UYGULANMIYOR VE KONTROL SAĞLANAMIYOR'' 

 Astım kontrolü alevlenmelerin önlenmesi ve iyileşme anlamına gelir. İdeal astım kontrolünde belirtiler ve akciğerdeki iltihap kaybolmalıdır. Gündüz sık öksürük, gece öksürük ile uyanma, hareket ve spor sırasında kısıtlılık, kurtarıcı ilacı çok kullanma gereksinimi, hastalığın alevlenmesi, solunum fonksiyon testlerinde düşüklük, astımın kontrol altında olmadığının işaretleridir. Türkiye’de 12 merkezde 618 astımlı 6-18 yaş grubu çocuğun izlemi % 30’unun acil kliniklere başvurduğunu, hastalık kontrolünün az olduğunu göstermiştir. Nefes yolundan kortizon içeren kontrol edici ilaçlar kullanmayanlarda astım atakları 3 kat daha fazla bulunmuştur. Bu araştırma ülkemizde uluslararası astım tedavi rehberlerine uyumun düşük olduğunu ortaya koymuştur. Tedavisi başlanan hastalarda da ilaç erken kesilmesi atakların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ülkemizde aile tarafından ilacın kesilme nedenleri başında, belirtilerin kaybolması, ilaçların yan etkilerinden korkmak, çocuğun ilacı reddetmesi gelmektedir. 

''KONTROL EDİLMEYEN ÇOCUK ASTIMININ MALİYETİ YÜKSEK''

Amerika Birleşik Devletleri’nde astımın toplam maliyeti yıllık 18 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Ülkemizde yapılan çeşitli maliyet çalışmaları astımlı çocuğun yıllık tedavi bedelinin 3200 TL olduğunu göstermiştir. Bu bedelin gelişmiş ülkelere göre yüksek olması astımın kontrol altında tutulamayıp hastane yatışlarının sıklığına bağlanmıştır. Başka bir analiz ise çocuk astımının bir hastane yatışının bedelinin 2000 TL olduğunu göstermiştir. Kontrol edici ilaçlar ile atak geçirmeden yaşayabilecek bir çocuğun, ilaçları kullanmaması nedeniyle sık atak geçirmesinin bireysel ve toplumsal ekonomik yükü bulunmaktadır. Çocuklarda astımın tedavi edilmemesinin ekonomik bedeli yanısıra çocuğun bedensel ve ruhsal sağlığı üzerinde de olumsuz etkisi vardır. Ataklar sırasında iştahsız ve uykusuz kalan çocukta bedensel gerileme olmakta, okul kaybı nedeniyle uyum sorunu ortaya çıkmaktadır. Kontrol sağlanamayan çocuklarda ve annelerinde depresif belirtiler sıkı görülmektedir. 

''ASTIM GENETİK VE KRONİK BIR HASTALIKTIR, ALEVLENME TEDAVİSİ İLE GEÇMEZ''  

Geceleri artan öksürük, tekrarlayan ıslık sesi benzeri hırıltı, göğüs sıkışması, nefes alma zorluğu gibi belirtilerin, kimyasal maddeler, toz, egzersiz, ilaçlar, hava değişikliği ile ortaya çıkması astımı şüphelendirmelidir. Astımlı çocuklarda solunum yolu enfeksiyonu öksürüklere yol açarken, süresi 10 günü bulabilmektedir. Astım genlerde taşınan solunum yollarının aşırı duyarlı olması özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu duyarlılık nedeniyle tetikleyiciler alevlenme yaratabilmektedir. Alevlenme sırasında yapılan tedavi geçici rahatlama sağlamaktadır. Bu acil tedavi sonrasında mutlaka koruyucu, alevlenmeleri engelleyen, dokuda iltihabı kontrol eden ilaçların uzun süre kullanılması gereklidir. Astım kontrolü ancak bu yöntemle sağlanabilir. Astım kronik bir solunum yolu hastalığı olup tekrarlayan nefes darlığı, hırıltı, göğüste baskı hissi ve öksürük gibi belirtilerle kendini gösterir. Dünyada yaklaşık 235-300 milyon kadar astımlı hasta olduğu tahmin edilmektedir. 

Ülkemizde ise yaklaşık her 12-13 erişkinden biri ve 7-8 çocuktan biri astım hastasıdır. Astımın görülme sıklığı giderek artmaktadır. Astım tedavisinin amacı hastalığın kontrol altına alınması ve sağlanan bu durumun idame ettirilmesidir. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de bu hastalığın tedavisi ile ilgili gerekli her türlü ilaç ve malzeme bulunmaktadır. Uygun ilaç tedavisi ile astımlılar günlük yaşamlarına hastalık nedeni ile herhangi bir kısıtlanma olmadan devam edebilirler. 

 ASTIMLI BİR HASTA İÇİN KONTROL ALTINDA OLMAK; 

* Gündüz astım yakınması bulunmaması
* Gece astım nedeni ile uyanmama 
* Hastalığı tedavi eden ve kontrol altında tutan ilaçları kullanırken ayrıca hızlı etkili nefes açıcı ilaçlara gereksinimin olmaması 
* Nefes ölçümlerinin normal düzeyde olması 
* Günlük işlerin engellenmeden yapılabilmesi demektir. 

  “Astımınızı kontrol altına alabilirsiniz” 

Astımı tamamen kontrol altında olan hasta sayısı her geçen gün artmakla birlikte halen istenen düzeyde değildir. Halen 4 astımlıdan biri yılda bir kez astım krizi nedeniyle acil servise başvurmaktadır. Astım kontrolünü güçleştiren etkenler arasında ilaçların doğru teknikle ve düzenli kullanılmamasının yanı sıra sigara dumanı, allerjik maddeler, kimyasallar gibi tetikleyicilere maruz kalmak ve obezite sayılabilir. Ülkemizde astımlı hastaların %10’undan fazlasının halen sigara içmekte olduğu ve %30-40’nın obez olduğu bildirilmiştir. Sigarayı bırakmanın ve obez hastaların kilo vermesinin, astımın kontrolünü kolaylaştırdığı gösterilmiştir.


Astım için Küresel Girişim (GINA-www.ginasthma.org) önderliğinde sürdürülen Dünya Astım Günü aktiviteleri ve bu konudaki diğer çabalarla; astım hastalığının önemi anlatılıp, hastalık ve kontrol kavramı konusunda farkındalık oluşturulmaya çalışılmaktadır. Erişkinlerde işgücü, çocuklarda okul devamlılığında azalmaya neden olan bu hastalık için başta hastalar olmak üzere hasta yakınları, sağlık personeli ve eczacıların bilgilendirmesi önem kazanmaktadır. 

Dünya Sağlık Örgütünce kurulan GARD Türkiye etkinlikleri çatısında, Türk Toraks Derneği ve Türkiye Ulusal Allerji ve Klinik İmmünoloji Derneği ve TC Sağlık Bakanlığı işbirliği yaparak ülkemizin birçok ilinde bu yıl da birçok hasta eğitim toplantısı düzenlenmektedir. Çeşitli illerimizde alışveriş merkezlerinde kurulan stantlarda astımla ilgili broşürler dağıtılarak; yapılacak bilgilendirme toplantıları ile doktor kontrolü ve düzenli ilaç tedavisi ile astımlıların hayatlarını kısıtlanmadan yaşayabilecekleri vurgulanmaktadır.



01 Mayıs 2014

''Üreme Karnesi'' ile çocuk planlamasını daha net bir takvime oturtmak artık mümkün"



Değişen hayat şartları, sosyoekonomik faktörler, kariyer yapma isteği gün geçtikçe çocuk yapma ve hatta evlenme yaşını ileri dönemlere taşımaya başladı. ''Üreme Karnesi''  ile artık doğurganlığın hesaplanması, bir kadının hamile kalabilme gücü, bir erkeğin bir kadını hamile bırakabilme ihtimali hesaplanabiliyor. Kadınlar ne zaman menopoza gireceklerini, ne zamana kadar çocuk sahibi olabileceklerini bilmek istiyorlar.

Op. Dr. Aret Kamar
İstanbul Tüp Bebek ve Kadın Sağlığı Merkezi 
Genel Direktörü 


Erkekler için durum daha kolay.

Erkeklerde durum kadınlara göre daha kolay. Karmaşık parametreler yok. Yapılan bir sperm tahlili spermin sayısını morfolojik özelliklerini yani erkeğin fertilite gücünü ortaya koyuyor .Toplam hareketli sperm sayısı 15 milyonun üzerinde olduğu zaman erkek fertil yani çocuk sahibi olabilir kabul ediliyor.

Kadında ise durumun çok daha karmaşık .

Kadının yumurta miktarının ölçülmesi için pratikte en sık ve verimli kullanılan yöntem  vajinal yoldan yapılan ultrason incelemesi. Ultrasonografik olarak rahmin yapısı, miyom olup olmadığı, rahimde doğuştan gelen şekil bozuklukları, rahim içinde yer kaplayan oluşumlar ve rahmin doğuştan şekil bozukluklarını değerlendirebiliyoruz ve gebelik önünde bir engel varsa bunları zamanında tespit ederek, cerrahi yöntemlerle onarabiliyoruz.

Kadın İçin Üreme Karnesinde En Önemli Unsur Yumurta Rezervi

Kadının asıl doğurganlık gücünü belirleyen yumurtlama zamanında endometrium rahim iç tabakasının kalınlığı ve antral folikül denilen yumurta havuzu yani ultrason ile bakıldığı zaman yumurtalıkta görülen yumurta taslağı sayısı. Bu bir kadının bir ayda yumurtlayabileceği maksimum yumurta sayısı anlamına geliyor. Rahim içi kalınlığının yumurtlama zamanı 7 mm den fazla olması ve yumurta havuzunun da fazla olması kadının hamile kalabilme gücünü belirliyor. Ultrasound  iyi bir tanı aracı.

 
BU TESTLER MUTLAKA YAPILMALI

Yumurta havuzunu belirleyen kan testleri de oldukça önemli. En sık kullanılanları FSH ve AMH değerleri. FSH beyinde hipofiz bezinden salgılanan ve yumurtalığı uyaran hormon. Yumurtalıkta yumurta azaldıkça hipofiz bezi yumurtalığı çalıştırmak için daha çok FSH salgılıyor ve kanda FSH değerleri artıyor. FSH aydan aya değişkenlik gösterdiğinden,bugün genel yumurta havuzunu gösteren AMH daha çok kullanılır bir test halini almış durumda.

Kadının Yaşı  Önemli!

Tüm bu parametrelerin yanında çiftin üreme karnesinde kadın yaşı da çok önemli bir faktör. Biliyoruz ki 35'li yaşlardan sonra seneler geçtikçe, yumurta olsa bile yumurtaların döllenebilme ve gebelik getirebilme özellikleri azalmaktadır. Yani diğer bir deyişle 40 yaşına gelmiş bir kadının FSH ve AMH değerleri yani yumurta havuzları normal olsa bile gebe kalabilme şansları 30 yaşındaki bir kadının yarısıdır. O halde her zaman yumurta olması da yetmemektedir.

Özetle erkekte sperm tahlili, kadında yaş, yumurta havuzu (antral folikül ), FSH, AMH, yumurtlama zamanı rahim iç tabakası kalınlığı doğurganlıkla ilgili en önemli belirteçler. Doğurganlığını herhangi bir sebeple erteletmek isteyen bir çiftin bu değerlere mutlaka baktırması ve bu işle ilgilenen bir klinikte kontrol olarak ''Üreme karnesi'' dediğimiz raporlarını çıkarması gerekiyor. Çiftin yine diyabet, tiroid gibi hormonal rahatsızlıkları varsa ,özellikle ilerleyen yaşlardaki kadınların bu hastalıkları üreme önünde bir engel teşkil edebileceği için kontrol altında bulunmalı ve ilaç dozları da buna göre ayarlanmalıdır.


''Üreme Karnesi'' sayesinde ebeveyn olmak isteyen çiftlerin doktorlarıyla birlikte kendilerine bir yol haritası belirleme şansına sahip olacaktır.

Kaynak : Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014-51.Sayısından


http://www.populersaglik.com/ureme-karnesi-dr-aretkamar.htmhttp://www.populersaglik.com/ureme-karnesi-dr-aretkamar.htm



30 Nisan 2014

KORUYUCU HİZMETLER VE AİLE HEKİMLİĞİ


 ''Dünya üzerinde insan sağlığının ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat bunu anlayabiliyormuyuz, sağlıklı iken bunun ne kadar farkındayız orası şüpheli.''



Dr.Muhterem KOLAY
İZAHED (İzmir Aile Hekimleri Derneği) BAŞKANI

Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.

Hasta olduğumuz zaman yapılacak tedaviler, rehabilitasyon hizmetlerinin bütçemize yaptığı hasarı ve bir çok konuda sağlığın eski haline döndürülememesi düşünülünce, koruyucu sağlık hizmetlerinin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Koruyucu hizmetler denince de akla birinci basamak sağlık hizmetleri gelmektedir.İş birinci basamak olunca da Aile Hekimliği ön plandadır.
 Aile hekimliği sisteminin gerçek anlamda çalıştırılması hem ülke bütçesi için hem de insanlarımızın sağlıklı yaşama sürelerini uzatma anlamı taşımaktadır. İnsan ömrünün ortalama 70’ li yaşlar olduğunu düşünürsek, yaşlanmaya başlayan nüfusumuz için sağlıklı yaşamak ve sağlıklı yaşlanmanın ne büyük nimet olduğunu elbette anlıyoruz, ileriki yıllarda daha iyi anlayacağız.
Ülkemizde aile hekimliğine geçilmesi ile birlikte aile hekimi, ebe ve  hemşire arkadaşlarımızın gayretleri ile koruyucu hizmetlerin kalitesinde anlamlı oranda bir yükselme olmuş ve anne ölümü, bebek ölümü, aşılama oranları gibi bir çok göstergelerimiz anlamlı oranlarda yükselmiştir. Bu seviyeler yeterlimidir, elbette daha ileri seviyelere taşımak için çalışmalıyız.

. Günümüzde aile hekimlerinin yükünün büyük çoğunluğunun koruyucu hizmetlerden çok tedavi hizmetleri olduğunu görüyoruz.

Bir hekim yılda 12.000 poliklinik yapmak zorunda kalıyor. Bunun anlamı ise sadece poliklinik hizmeti ile bir hastaya maksimum 8 dakika ayırabiliyor demektir. Bunun yanında gebe,bebek,çocuk izlemleri, kanser izlemleri, obezite izlemleri, belli yaş guruplarının izlemleri, rapor hizmetleri, evde sağlık hizmetleri vs. leri de kattığımızda bir kişiye ayrılabilecek sürenin 5 dakikanın altında olduğu görülmektedir.

.Hizmetin çeşitliliği elbette önemlidir ancak önemli olan, faydalı ve işe yaraması, kalitesinin iyi olmasıdır.


Çok çeşitli hizmet verilmeye çalışılıp bunlardan istenen sonucun alınmamasından ziyade, yapılabilecek kadar hizmet çeşitliliği oluşturup sağlıklı ve istenen sonuçların alınması önemlidir. Ülkemiz koşullarında bir aile hekimine düşen nüfus 3500 ler civarında iken, sistemdeki mevcut personelin hazırdaki işleri yapmakta zorlandığını düşünüldüğünde en azından hekim doygunluğu oluşuncaya kadar aile hekimlerinin hizmet yükünü arttıracak yeni uygulamalardan kaçınarak, yapılan işlerin verimli ve kaliteli olmasına olanak sağlanmalıdır. Ortaya çıkan her işi, açıkta olan her görevi aile hekimliği üzerinden yapmaya çalışmak, iş yükünü artırmak yapılan hizmetlerin kalitesini düşürmekten öteye bir anlam taşımayacaktır. Ayrıca çalışanlar üzerinde fazla yük onların stresini arttıracağından, yılgınlık ve bıkkınlığa yol açacaktır.

. Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.


Koruyucu hizmetin kalitesi ve verimli uygulanması da gelecek için çok önemlidir. Aile hekimliğinin iş yükünün hesaplanarak, bu gün için kaliteli ve verimli olmayacak hizmetlerin yürürlüğe konulmaması, çalışanların moral motivasyonlarının yüksek tutulmasının öneminin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Gönüllü ve yüksek moral ile yapılan işlerin kalitesi ve amaçlanan sonuçları elde etme oranı her zaman yüksektir. Bu amaçla sağlıklı toplum sağlıklı yaşam, sağlıklı yaşlanma hedefimizi yerine getirirken, sağlık çalışanlarının da sağlıklı çalışma, sağlıklı yaşama ve sağlıklı yaşlanma haklarını gözetmek sistemin başarısı için şarttır.


Kaynak : Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 /51.sayısından




“Bilim akciğer kanserini önce kronikleştirecek, sonra yenecek”



Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kanser görülme sıklığında artış yaşanıyor. Uluslararası Kanser Ajansı dünya nüfusunun artışına ve nüfustaki yaşlanmaya bağlı olarak 2025 yılında toplam 19,3 milyon yeni kanser vakası olacağını tahmin ediyor. TBMM Kanser Araştırma Komisyonu’nun 2011 yılında yayımladığı rapora göre, Türkiye'de yılda 150 bin yeni kanser vakası ortaya çıkıyor. Rapora göre kanser vakalarının yaklaşık yüzde 10'u genetik faktörlerden, yüzde 90-95'i ise çevresel faktörlerden kaynaklanıyor.



Doç. Dr. Ufuk YILMAZ
TAKD Başkanı
İzmir Dr. Suat Seren
Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Türkiye’de 50 bin akciğer kanseri hastası var
Türkiye’de, 2008 yılı istatistik verilerine göre akciğer kanserinde bir yıl içinde saptanan yeni akciğer kanserli olgu hızı, erkekler için yüzbinde 70, kadınlarda ise yüzbinde 8,4.Adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre, Türkiye’nin 2013 yılı toplam nüfusu 76 milyonun üzerindedir. Buna göre her yıl 30bin yeni akciğer kanserli hasta oluşmaktadır. Yeni akciğer kanserli hastaların 27.bininin erkek, 3bininin kadın hasta olacağını söyleyebiliriz. Her iki cinsiyette de 50 yaşından itibaren başlayan görülme sıklığındaki artış, 70’li yaşlarda zirve seviyesine ulaşmaktadır. 2012 yılı itibariyle, ülkemizde yeni ve eski akciğer kanserli 49.264 hasta bulunmaktadır.

Akciğer kanseri tedavisindeki son gelişmeler
Kanserin ilaç ile tedavisinde uzun zaman “ilacı uygula, etkiyi izle” stratejisi uygulandı.Bu uygulamalarda da genel durumu iyi olan hastalara benzer kemoterapi ilaçlarının verilirdi, etkinliği ise ancak 2-3 ay sonra anlaşılırdı. Bugün ise hangi hastaya hangi ilacın  iyi geleceğini , tedavi öncesi saptayabiliyor  durumda  olmamız önemli.Boğaz ağrısında, nasıl boğaz kültürü alınarak antibiyotik seçilebiliyorsak, artık  kanser tedavisi de böyle planlanıyor.  Bu nedenle bu testlerin yapıldığı merkezlerin yeterlilikleri değerlendirilmeli, geliştirilmeli  ve doğru hastanın doğru tedaviye ulaşabilmesi için doğru test sonucuna ulaşılması sağlanmalıdır

Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir


Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir,aynı tip kanseri olan her hastanın da kanseri aynı değildir. Her tümör farklı özellikler içeren, farklı sayı ve tipte genetik değişikliklere sahip hücrelerden oluşur. Hastadaki tümöre özgü genetik özellikleri tespit edip, tümöre ait genetik imzayı saptamak ve tümörün imzasına uygun kişiye özel ilaçlar seçmek, her kişiye farklı ilaçlardan oluşan bir reçete ortaya çıkaracaktır. Bu reçetedeki ilaçlar, kanserin devamından sorumlu genetik hasarı hedefleyecek ve başarı şansımızı arttıracaktır.

Ülkemizde kansere bağlı ölümlerde akciğer kanseri ilk sırada yer alıyor.

Kişiye özel tedaviler bu geniş hasta grubundaki hastalar ve tedavileri arasında bir farklılık  sağlıyor. Araştırmalar sonrasında, örneğin adenokanser tipindeki akciğer kanserinin %75’inde genetik değişiklikleri artık biliyoruz. Bu genetik değişiklikleri tek tek veya onlarcasını bir anda tetkik edebiliyor ve genetik değişikliği saptayabiliyoruz. Böylelikle uygun tedavi seçeneklerini  seçebiliyoruz.  Bu şekilde seçilen ilaçlar ile elde edilen cevap oranları %70-80’lere kadar ulaşabiliyor. Bu önemli bir gelişme. Ayrıca bu ilaçların ağızdan alınan tablet şeklinde olması kullanım kolaylığı da getiriyor.

Maliyet ve yan etki daha düşük

Bu yeni nesil ilaçların, kemoterapi veya  ışın tedavisi gibi geleneksel tedavilerden en önemli farklarından biri tablet formunda olması. Hastaneye bağımlılığı minimuma indirdiği için kanser tedavisindeki dolaylı maliyet azalmaktadır. Yan etki profili genellikle daha iyi tolere edilebilecek düzeydedir. Bulantı-kusma gibi hastayı üzebilecek yan etkiler oldukça azdır.

Son gelişmeler hastalara geleceğe dair umut veriyor

Hedefe yönelik ilaçları şimdilik daha çok, akciğer kanserinin adenokanser alt grubunda kullanıyoruz. Ancak, diğer akciğer kanseri tiplerinde etkili ilaçların araştırmaları devam etmektedir. Bilim önce akciğer kanserini kronik bir hastalık haline getirmeyi başaracak, sonra onu yenecek. Ben bunları uzak görmüyorum. Ciddi uzamış yaşam sürelerini yakın gelecekte duyabileceğimizi düşünüyorum.

Evre 4 akciğer kanseri tedavisinde genetik değişikliklere uygun olarak hedefe yönelik ilaçlar seçildiğinde ortalama yaşam süreleri 2 yıla kadar uzamaktadır. Bazı merkezlerde ortalama yaşam sürelerinin 4 yıla kadar uzadığı bildirilmektedir. Tedavide kullanılan cerrahi, radyasyon (ışın) ve ilaç gibi geleneksel tedaviler konusunda da son yıllarda sağlanan gelişmelerin hastalar açısından sevindirici.

Gelişen anestezi ve cerrahi teknikler başarılı ameliyat oranını arttırırken, yeni cihazlar ile tedavi planlamalarının düzelmesi ışın tedavileri ile elde edilen sonuçlarda iyileşme sağladı. Robotik cerrahi uygulamaları yanında video yardımlı torakoskopik akciğer rezeksiyon operasyonları ile ameliyat sonrası süreçte hastanede kalma süreleri önemli ölçüde azaldı. Işın tedavisinde tümörün yerinin daha iyi tespit edilmesi ve solunum kontrolünü sağlayan cihazlar normal organların ışından daha iyi korunmasını sağladı.



Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 51.Sayısından

"Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 gün boyunca en önemli olan dönemlerden biri lohusalık dönemi ve laktasyondur. "

Bebek ve çocuk ölümlerini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen birçok faktör vardır. Dünya genelinde, beş yaş altı ölümlerin %50’den fazlasında yetersiz beslenmenin katkısı olduğu tahmin edilmektedir. UNICEF, bebek ve çocuk ölümlerini azaltmanın en önemli yollarından birinin bebeklerin yeterli sürede ve uygun biçimde emzirilmesi olduğunu belirtmektedir.


Bebeklerin emzirilmesi çocukların büyüme ve gelişmesine katkıda bulunan en önemli unsurlardan biridir. Besin teknolojisindeki önemli gelişmelere rağmen, anne sütü bebek için en uygun besin olma özelliğini devam ettirmektedir.

Anne sütü tüm besinleri içerir.

Anne sütü, bebeğin yaşamının ilk altı ayında gereksinimi olan tüm besinleri içerir. Ayrıca temizdir, her zaman uygun ısıdadır ve anne ile çocuk arasında yakın bir bağ oluşmasını sağlamaktadır. Bunlara ek olarak, annenin antikorları aracılığı ile bebeğin hastalıklara karşı korunmasını sağlamakta ve beslenme bozukluklarının ve gıda kaynaklı enfeksiyonların sıklığını azaltmaktadır. Bu nedenle, bebeğe doğum sonrası en erken dönemde anne sütü verilmeye başlanması ve anne sütünün ilk altı ay tek başına, iki yaşına kadar ek besinlerle birlikte verilmesi önerilir.

Emzirme ve anne sütü ile beslenmenin bebek, anne ve topluma nutrisyonel, immunolojik, gelişimsel, sosyal ve ekonomik birçok yararı olduğu bilinmektedir. Emzirme ve anne sütü alımı bebeğin yalnızca o andaki sağlığını etkilemekle kalmayıp uzun dönemde de tip-1 diyabetes mellitus, çölyak hastalığı ve inflamatuar barsak hastalığı sıklığını azaltmakta, kolesterol ve kan basıncı düzeylerini düşürmektedir. Emzirmenin bu uzun dönem yararları yalnız kişisel değil toplumsal anlamda da önem taşıdığından sağlık politikamızın bir parçası olarak emzirme desteklenmektedir. Ancak emzirmenin desteklenebilmesi için doğum yapacak kadınların doğumdan önce emzirme konusunda yeterli bilgi sahibi olması ve emzirme konusunda istekli olmalarını sağlamak gereklidir. Her ülkenin kendi sosyoekonomik ve kültürel alt yapısına uyan önlemler alması ve bunun için de toplumda gebelerin emzirme konusundaki bilgi ve düşüncelerinin değerlendirilmesi ve emzirme durumunun belirlenmesi önem taşır.

Annelerin anne sütü konusundaki bilgi gereksinimleri var


Türkiye’de bebeklerin hemen hepsinin bir süre emzirildiği ve ortalama  emzirme süresinin 16 ay dolayında olduğu bilinmektedir. Buna karşılık, bebeklerin yaklaşık dörtte birine anne sütünden önce başka bir gıda verilmekte ve hemen hepsine altıncı aydan önce ek gıdalara başlanmaktadır. Bu bilgiler, Türkiye’de emzirmenin yaygın bir davranış olduğunu, ancak bebekler uzun dönem emziriliyor olmasına karşın, annelerin ilk emzirme zamanı, emzirme öncesi sıvı ve mama verilmesi, sadece anne sütü verilmemesi ve ek gıdaya erken ya da geç dönemde başlanması gibi konularda bilgi gereksinimleri olduğu ortaya koyulmuştur. Çalışmalar doğru emzirme konusunda annelerin bilgi ve motivasyonlarının yeterli olmadığını düşündürmektedir. Bebeğin sadece anne sütü ile beslenmesindeki başarı, annenin emzirmeye yönelik düşünce ve inançlarına, anne sütü konusundaki bilgisine, bebeğin ve annenin sağlık durumuna, doğduktan sonraki ilk saatlerde ve günlerde beslenme durumuna, doğum hemşiresinin laktasyonu sağlamaya yönelik prenatal ve postpartum girişimlerine ve annenin laktasyon dönemindeki beslenmesine bağlıdır.

Sonuç olarak; annelerin anne sütü konusundaki bilgi durumunun yükseltilmesi, doğum öncesi dönemde anne sütü konusunda sağlık personeli tarafından bilgilendirilmeleri halinde ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenme oranlarının artacağı yönündedir. Yapılan bireysel görüşmelerde anneler; doğum sonu ücretli izin süresinin kısa olduğunu, ekonomik nedenlerle istedikleri kadar ücretsiz izin alamadıklarını, bebeğin anne sütü ile beslenmesinde ve bakımında sıkıntı yaşadıklarını, süt izni süresinin yetersiz olduğunu, iş yerinde süt sağma ve emzirme için koşulların uygun olmadığını, işe başlarken bebeğin bakımı ve beslenmesi konusunda endişe yaşadıklarını dile getirmektedirler.

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...