30 Nisan 2011

İnme tedavi edilebilir mi?



İnme ülkemizde toplumda en sık ölüme yol açan kalp krizinden sonra en önemli 2. ölüm nedenidir. Yol açtığı sakatlık açısından bakıldığında inme toplumda tüm diğer kronik hastalıkların içinde 3. sakatlık nedenidir.


Florence Nihgtingale Şişli Hastanesi
İnme Merkezi Direktörü 
Doç.Dr .Yakup Krespi sorularımızı yanıtladı.

İnme ülkemizin en önemli sağlık sorunlarından biri mi?

Her yıl toplumda ortaya çıkan yeni inme oranı en düşük öngörü ile 1000 kişide 2-3'tür. Batı'da inme sıklığı 70 yaşın üzerinde artar, ancak ülkemizde risk faktörlerinin çokluğundan dolayı maalesef 50-60 yaşlarında yoğunluk görülüyor.Türkiye'de inmeye bağlı ölümler, bizim istatistiklerimize göre 2. sırada görünüyor. İnmeye bağlı sakatlık, ülkemizde kalıcı sakatlığa yol açan 3. nedendir. Sağlık Bakanlığına bağlı Eğitim Hastanelerinde yapılan pilot evde bakıma muhtaç , yatağa bağımlı hastaların en önemli bölümü (yüzde 70-80 ), nöroloji hastalıklar ve bunlar içinde de ön planda inmeli hastalar oluşturmaktadır.Bu durum ülkemizin sağlık ekonomisine büyük bir yük oluşturmaktadır.

Risk altındakiler


İskemik inmede değiştirilemeyen risk faktörleri: yaş, cinsiyet, ırk ve kalıtsal özelliklerdir. İnme genellikle 60 yaş üstü erkeklerde daha sık görülür. Asıl önemli olan risk faktörleri değiştirilebilir olanlarıdır. Bunlar kalp krizine yol açan risk faktörleri ile aynıdır.Hipertansiyon, sigara, şeker hastalığı ve yüksek kolesterol bunların başında yer almaktadır. İskemik inmenin bu hastalığa özgü diğer risk faktörleri içinde özellikle kalp hastalıkları gelmektedir. Kalp krizi geçiren hastalarda veya ritim bozuklukları olan hastalarda kalbin içinde oluşan pıhtılar beyin damarlarını tıkayabilir ve iskemik inmeye yol açabilir.

İnme’nin değişik tipleri

İnme tiplerine baktığımızda, intraserebral kanama (beyin kanaması), iskemik (beyin damar tıkanması), subaraknoid kanama (beyin zarları içine kanama) olarak tanımlanabilir. TOAST Kriterlerine göre, iskemik inme alt tipleri ise makroanjiyopati (büyük arter hastalığı),kardiyoemboli,mikroanjiyopati (küçük damar hastalığı),diğer etyolojiler ,eşzamanlı etyolojiler ,bilinmeyen etyolojiler olarak sınıflanmaktadırlar.


En sık görülen beyin dokusuna giden kan akımının, damarın pıhtıyla tıkanmasına bağlı olarak, azalması veya durması ile iskemik inme, beyin damarlarının yırtılması ile beyin kanaması gelişir. Kanama beyin dokusu veya sadece beyni çevreleyen zarların içine olabilir. Tüm inmelerin yüzde 80’i iskemik, yüzde 20’si de kanamaya bağlıdır.


Başımızın en büyük dertlerinden biri; Geçici İskemik Atak

Bu hastalar, günümüzde “inme geçiren hastalar”la bir tutulmaktadır. Geçici İskemik Atak ile acile başvurup tamamen düzelmiş olan hastanın ilk bir ayda inme geçirme riski, inme geçirmiş bir hastada yeni bir inme gelişme riski ile aşağı yukarı yüzde olarak aynı değerlerdedir. GİA hastasının önümüzdeki 48 saate inme geçirme riski yüzde 5, kardiyovasküler rahatsızlık yaşama riski yüzde 3.

Hangi Geçici İskemik Atak’lı hastada risk yüksek?

60 yaş üzeri , diyabetes mellituslu 10 dakikadan uzun süreli, hemiparezi (vücudun bir yarısındaki kaslarda kuvvetsizlik anlamına gelen patolojik durum ) konuşma bozukluğu olan hastalar, risk altındadır.


İnme tedavisi

Tıkayıcı beyin damar hastalıklarında sakatlık ve ölüm riskini azaltmak amacıyla günümüzde yararı kanıtlanmış en önemli akut tedavi yöntemi rtPA basitçe verilen bir pıhtı eritici ilaç toplardamar yoluyla 1 saatlik bir infüzyon şeklinde kullanılarak yapılan trombolitik ilaç tedavisidir. İlk 4.5 saat içerisinde görülen hastalara intravanöz yolla uygulanabilir. Bu tedavi ile tedavi edilen her 7 hastadan birinde felci bütünüyle ortadan kaldırmak mümkündür. Ancak Türkiye’de güvenli trombolitik tedavi yeterince yaygın uygulanamıyor. Türkiyede tıp fakültesi olan şehirlerde yapılan bir çalışmada toplam 312 sağlık kurumundan ancak 141’inin bu tedaviyi uygulayabilecek altyapıya sahip olduğu saptanmıştı. Altyapıya sahip merkezlerde bile yine çeşitli organizasyon ile ilgili sorunlar mevcut. 2006 yılından beri ancak 350 civarında trombolitik tedavi yapılabilmiştir.

Aort Anevrizma ve Disseksiyonlarında Endovasküler Tedavi


Günümüzde aort anevrizmalarının endovasküler tedavisi, seçilmiş ve yüksek riskli hastalarda yaygın olarak kullanılan bir tedavi. Abdominal aort anevrizması ve Torasik Aort anevrizması tanısı alan hastalar, endovasküler stent greft tedavisi ile kısa sürede normal yaşamlarına dönebiliyor.

Son yıllarda gelişmiş teknoloji ürünü olan stent-greftlerin kullanıma sunulması ile birlikte aort anevrizma ve disseksiyonlarının tedavisinde önemli gelişmeler kaydedilmektedir.Ülkemizdeki başarılı girişimsel radyologlarımızın çalışmaları dünya tıp otoritelerince de kabul görmektedir. Uluslar arası başarıları ile tanınan İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Girişimsel Radyoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr.Füruzan Numan, ‘Aort Anevrizma ve Disseksiyonlarında Endovasküler Tedavi’ ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

Popüler Sağlık: Aort’un nasıl bir yapısı var ve aort damarı ne şekilde zarar görüyor?

Prof.Dr.Füruzan Numan:Aort kalpten çıkan ve vücudun tüm atardamar ağının kaynak aldığı ana arterdir. En büyük atardamarımız olan aort, göğüs veya karın bölümlerinde yer alıyor. Aort anevrizması vücudun en büyük atardamarı olan aortun duvar yapısının zayıflaması ve çapının genişlemesi anlamına gelir. Damar duvarı yapısındaki elastik liflerin dejenere olması aort anevrizmalarında en sık rastlanan etkendir ve genetik bir eğilim gösterir . Normal çapının üstünde genişlemesi ile anevrizmanın aniden yırtılması ile ortaya çıkıyor.

Popüler Sağlık: Anevrizma belirtileri nelerdir?

Prof.Dr.Füruzan Numan:Belirtilerde sızıntıya bağlı çoğu zaman bel ve kalçalara doğru yayılan ağrı şikayetleri veya karın bölgesinde kalp atışlarıyla birlikte “atan” bir şişkinlik, dolgunluk , huzursuzluk , tansiyon gibi farklılar gözlemlenebilir . Bunlar hastalığın yegane belirtisi olabilir. Bazen de hiç bir belirti vermeden büyük çaplara ulaşan balonlaşmalar, yırtılarak ani ölümlere sebep olurlar. Burada anevrizmanın yapısı çok önemli. Bazen çok büyük bir plak koptuğunda kurtarmak mümkün olmayabiliyor.Çok ufak bir sızıntı ile kendini kapatabilir emniyete alabilir.Ama aort’ta büyük bir yırtılma ile olmuşsa , büyük bir yırtık plak varsa hastayı kurtarmanız çok zor. Ölüm oranı çok yüksek. Özellikle de genç hastalarda Aort disseksiyonu çok önemli. 24 saat içinde yaparsanız hastayı kurtarabilirsiniz. İlaçla kesin tedavi mevcut değil. Statin kullanımı ile kolestrol düzeyinin ve tansiyonun kontrol edilmesine , yavaşlatıcı etkide bulunur.

Popüler Sağlık: Genç hastalarda çok önemli oluğunu söylediniz. Biraz daha önemini açar mısınız?

Prof.Dr.Füruzan Numan:Tip B , Aort disseksiyonu, en sık görülen tipidir. Yırtılmaya bağlı olarak aniden oluşan sırt ağrısı hızlı tanı ve tedavi yaklaşımını gerektiren, sonrasında yoğun izlem ve yakın takibin şart olduğu bir aort patolojisidir. Bazen bu yırtılma dışa sızan kanamalara , iç organlarda ve bacak damarlarına beslenme sorunu yaratır ki müdahale edilmemesi %50-80 ölüm nedenidir.Tanının hızlı yapılması ve maksimum 24 saat içinde tedavi edilmesi hayati önem taşıyor. Endogreft stend %100 hayat kurtarabilir. Eğer böbrek, karaciğer , dalak , bağırsaklara giden yada bacaklara giden damarlarda bir akım azalması söz konusu ise erken müdahale şart.Damara girip stentle o yolun yeniden şekillendirilmesi ve o damarların açılması lazım. Yukarıdaki yırtığı endogreftstent ile kapatıyorsunuz. İlk yırtık yeri torakal’de oluyor, disseksiyon göğüs bölgesinde oluyor. Şiddetli ağrıda hemen medikal tedavi ile tansiyon düşürülmelidir.

17 Nisan 2011

HEKİME ŞİDDET ARTIYOR.TÜRKİYE’DE HEKİMLERİN YÜZDE 64'Ü ŞİDDETE UĞRUYOR


Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından yoğun bir katılımla Antalya Belek'te gerçekleştirilen düzenlenen "15. Bahar Sempozyumu" dün tamamlandı. Sempozyumda düzenlenen basın toplantısında konuşan Gazi Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Selçuk Candansayar, hükümetin hekimleri günah keçisi olarak gösterdiğini söyledi. Son 4 ay içerisinde bir psikiyatrisin bıçaklandığını ve bir psikiyatrisin de kurşunlandığını kaydeden Candansayar, "Hekimlere ve sağlık çalışanlarına şiddet ciddi oranda arttı" dedi.

DAYATMALARI UYGULAYAN HEKİM DAYAK YİYOR

Hekimlerin, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) kararlarını uyguladığını, ancak hastaların 'İşine gelmediği için yapmıyor' gibi bir düşünceye kapıldığını belirten Candansayar, "SGK'nın dayatmalarını uygulayan hekimler hastalardan dayak yiyorlar. Kamuoyunda 'Ben istediğim doktora gidebileceğim, istediğim kadar hizmet alabileceğim' gibi bir algı var. Sağlık hizmeti ücretsiz olmaktan çıkmış durumda. Hekimler artık istediği ilacı istediği şekilde yazamıyor. Eskiden olası riskleri belirlemek için farklı branşlardan tahlil istenebiliyordu. Şimdi sadece kendi branşıyla ilgili tahlilleri isteyebiliyoruz. Bu da kaliteyi düşürüyor" dedi.

16 Nisan 2011

NOVARTIS BİLİM ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU

Novartis Bilim Ödülleri, tıp ve eczacılık dünyasından önemli isimlerin bir araya geldiği 14 Mart Tıp Bayramı ve 14 Mayıs Eczacılık Günü arasında anlamlı bir köprü oluşturan 14 Nisan Novartis Bilim Günü’nde düzenlenen törenle sahiplerini buldu.

Türkiye ilaç sektörünün lider şirketlerinden Novartis tarafından bilimsel araştırmaları teşvik etmek ve sayılarını artırmak amacıyla 1986 yılından bu yana verilen Novartis Bilim Ödülleri, bu yıl da Ankara Sheraton Otel’de düzenlen 14 Nisan Novartis Bilim Günü 2011 kapsamında sahipleriyle buluştu.

Novartis tarafından bilimsel araştırmaları teşvik etmek ve sayılarını artırmak amacıyla 1986 yılından bu yana verilen Novartis Bilim Ödülleri İlaç sektörünün ve akademik dünyanın önde gelenlerinin katılımı ile gerçekleşen törende Farmasötik Teknoloji Proje Destek, Farmasötik ve Medisinal Kimya İlaç Tasarımı ve Geliştirme Araştırma, Farmasötik Teknoloji Araştırma, Farmakoloji Dalı Araştırma ve Novartis Bilim Onur Ödülü olmak üzere beş kategoride dağıtıldı. Novartis Bilim Onur Ödülü ise , İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aysel Gürsoy’a takdim edildi.

31 Ocak 2011

KARİYER HEDEFLERİNİZ İÇİN ÇOCUK HAYALLERİNİZİ ERTELEMEYİN





Son yıllarda kadınların iş hayatında giderek daha sık yer alması ve çoğunlukla kariyer arzusu çocuk sahibi olma yaşını da yukarılara çekti. Hal böyle olunca riskli gebeliklerin ve ancak uzun süren tedaviler sonucu bebek sahibi olabilen çiftlerin sayısı da gün geçtikçe artı. Ancak uzmanlar ileri yaşta gerçekleşen gebeliklerin riskleri de beraberinde getirdiği konusunda hemfikir.

Memorial Şişli Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü’nden Op. Dr. Remzi Aydın, bebek sahibi olmak isteyen kadınlara konu ile ilgili tavsiyelerde bulundu.

20. yüzyılda başlayan sanayileşme ve bunun da getirisi olan şehirleşme, kadınların yaşamında büyük değişikliklere neden oldu. Bu değişimlerden belki de en önemlisi kadınların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmek için çalışmaya başlaması... Bu bağımsızlaşma süreci kadını iş yaşamında erkekle rekabete sürüklemiş ve evlenip çocuk yapma arzusunu ertelemeyi gerektirmiştir.

Kadınlarda adet kanamaların başlaması ile beraber doğurganlık da başlamış olarak kabul edilebilir. Bununla beraber; gerek fizyolojik, gerekse psikolojik olarak olgunluk çağına erişmesi toplumdan topluma değişmekle beraber 18 -20 yaşı bulabilir. Bu yaşlardan itibaren hem fizyolojik hem de patolojik nedenlerden ötürü doğurganlık oranının azalabileceği bir gerçektir. Örneğin gelişebilecek genital bir enfeksiyon nedeni ile kanallar tıkanabilir vs… Örnekleri artırmak mümkün.

Altın standart 20 – 29 yaş arası
Şimdiye kadar yapılan hiçbir çalışma ideal gebelik yaşını ortaya koymak için yeterli kanıt ortaya koyamamakla beraber en azından istatistiksel olarak 20 – 29 yaş arası en güvenli olarak kabul edilebilir. 1958 yılında toplanan uluslararası bir komite 35 yaş sonrası gebeliklerin riskli olarak kabul edilmesini bildirmesinden sonra bu yaş sınırı ‘altın standart’ olarak kabul edilmiştir. Son yıllarda, toplumlar arası büyük farklılıklar görülmekle beraber, 35 yaş üstü gebeliklerde büyük bir artış görülmüştür. Bizim toplumumuzda da aynı trend görülmektedir.

35 yaşından sonra gebe kalma oranlarında hafif azalma görülmekle beraber genellikle sadece gebe kalmak için gereken zaman biraz daha uzun olabilmektedir. Bu zorluk 40 yaşından sonra daha da artmaktadır. 20’li yaşlarda hamile kalmaya çalışan kadınların % 80-85’i 1 yıl içinde amacına ulaşırken, 40 yaşından sonra bu oran % 40’ların altına düşebilmektedir. Bunun nedeni çoğunlukla over rezervinde azalma ile beraber yumurta kalitesindeki düşme olarak saptanmıştır. Bunun yanında geçirilen genital enfeksiyonlar veya endometriozis hastalığı gibi nedenlerle oluşan kanal tıkanıkları da saptanabilmektedir.

Erkekler açısından ise bu durum oldukça farklıdır. İlerleyen yaşla beraber eşini gebe bırakabilme oranı düşmekle beraber, bu düşüş oldukça yavaştır. 30’lu yaşlar ile 50’den sonraki yaşları karşılaştıran bir çalışmada bu düşüş % 30 civarında bulunmuştur. 80 yaşından sonra bile erkek testislerinin kanallarının % 10’unda olgun sperm bulunur. Daha çok 50’li yaşlardan sonra görülen seksüel fonksiyon bozuklukları kısıtlayıcı neden olabilmektedir.

İleri anne yaşı hem bebek hem anne için riskli



Devamı »

20 Ocak 2011

HIZLI YEMEK TÜKETİMİ MİDE KANSERİ RİSKİNİ 5 KAT ARTIRIYOR!

   Mide kanseri ile beslenme ilişkisinin araştırıldığı çalışmada, yemekleri çok sıcak yemenin 3.3, çok hızlı yemenin 5.4 kat risk yarattığı belirlendi.

Hacettepe Üniversitesi'nde yapılan çalışmaya göre, sofrada tadına bakmadan yiyeceklere tuz eklenmesi, mide kanserine yakalanma riskini yaklaşık olarak 4.2 kat artırıyor. Sucuğun haftada 1-2 kez tüketilmesi 3 kat, haftada 1-2 kez hamur tatlısı yenilmesi 7.5 kat risk taşıyor.Sık tüketim açısından kolalı içecekler riski yaklaşık 3.4 ve gazlı içecekler 6 kat artırıyor . Tuzlu besinlerin tüketiminin azaltılması, sebze ve meyve tüketiminin arttırılması, sigaranın bırakılması ve helıkobakter pılorıden korunulması ve tedavi edilmesi gerekiyor.Çalışmada, yeşil yapraklı sebzelerin, soğan ve sarımsağın günde bir kez tüketilmesinin ise mide kanseri riskini azaltığı, helikobakter piloriden korunulması ve tanı halinde mutlaka tam tedavinin şart olduğu ifade edildi.

Hacettepe Onkoloji Hastanesi Başhekimi ve Tıbbi Onkoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Şuayib Yalçın yaptığı açıklamada, beslenme şekli ile mide kanserinin birbiri ile ilişkili olduğunu belirterek, mide kanserinde tedavi seçeneklerinin kısıtlı olduğunu, bu nedenle koruyucu hekimliğin önem kazandığını vurgulayan Yalçın, beslenme şekli, yaşam tarzı değişikliği ve tütün kullanımının sonlandırılması ile riskin önemli ölçüde azaltılabileceğini ifade etti.

Prof. Yalçın, mide kanseri tanısı konmuş yetişkinlerin beslenme ve yaşam tarzına ilişkin alışkanlıklarının mide kanseri riski üzerine etkilerini değerlendirmek amacıyla yapılan çalışmada önemli sonuçlar elde edildiğini söyledi.

Çalışmada, tüm katılımcılara beslenme alışkanlıklarını ve besin tüketim sıklığını saptayacak nitelikte bir anket uyguladığını belirten Yalçın'ın verdiği bilgiye göre, katılımcılar çalışmadan 3.5 ay önce tanı konulan hastaları kapsıyor.

MİDE HASTALIKLARI KANSERE YOL AÇABİLİYOR 
 
Çalışmada, tanı almadan önce mide kanserli hastaların yüzde 55.7'sinde bir ya da daha fazla tanı konmuş mide hastalığının varlığı dikkat çekiyor. En sık görülen mide hastalıklarının başında yüzde 50.9 gastrit ile yüzde 44.1 ülser geliyor. Mide kanserli hastaların yüzde 12.3'ününe, kontrol grubundakilerin ise yüzde 8.5'inin ailesinde mide kanseri öyküsü bulunuyor.
 
SİGARA VE ALKOL KULLANIMININ ETKİSİ BÜYÜK 
Çalışma grubunda sigarayı bırakan ve hala içen kişilerin yüzde 59,4'ünün, 13-23 yıl boyunca günde 13-22 adet sigara içtikleri belirtiliyor. Kontrol grubundakilerin yüzde 55,7'sinin de 11-23 yıl 8-12 adet sigara içtiği ifade ediliyor. Öte yandan, her iki grupta alkol kullanma oranları çok fazla olmamakla birlikte, mide kanserli hastaların tükettikleri alkol miktarının kontrol grubundakilerden anlamlı derecede fazla olduğu vurgulanıyor.
 
FAZLA TUZ TÜKETİMİ MİDE KANSERİNİ TETİKLİYOR.

Çalışmanın en dikkat çekici sonuçları ise şöyle sıralanıyor:
 
*Çok hızlı yemek yemek, mide kanseri riskini yaklaşık 5.4 kat arttırıyor.
*Yemekleri çok sıcak yemek, istatistiksel açıdan önemsiz olmakla birlikte 3.3 kat risk yaratıyor.
emeklerin tuzlu yenilmesi, tuzsuz yenilmesine oranla mide kanseri riskini anlamlı derecede yükseltiyor. Bu nedenle, sofrada tadına bakmadan yiyeceklere tuz eklenmesi riski yaklaşık olarak 4.2 kat artırıyor.
*Mide kanseri açısından gün aşırı tuzlu ayran tüketimi 1.8, tuzlu tereyağı 1.5 riske yol açıyor.
*Tuzlu çekirdek her gün tüketilen bir yiyecek olmamasına karşın, gün aşırı tüketilmesi halinde riski yaklaşık 1.3 artırırken, her gün ve her öğün turşu yenilmesi de 7 kat risk yaratıyor.
*Sık tüketim açısından kolalı içecekler riski yaklaşık 3.4 ve gazlı içecekler 6 kat artırıyor.

HAFTADA 1-2 KEZ SUCUK TÜKETİLMESİ RİSK YARATIYOR

Günde bir kez kırmızı et tüketilmesi mide kanserine yol açabiliyor. Özellikle, işlenmiş et ürünü olan sucuğun haftada 1-2 kez tüketilmesi ortalama 3 kat risk yaratıyor. Çalışmada, şeker kullanımına da dikkat edilmesi tavsiye ediliyor. Haftada 1-2 kez hamur tatlısı yenilmesi, mide kanseri açısından 7.5 kat risk taşıyor.

 
SOĞAN VE SARIMSAK TÜKETİLMESİ RİSKİ AZALTIYOR
  
Yeşil yapraklı sebzeler, soğan ve sarımsağın günde bir kez tüketilmesi, mide kanseri riskini azaltıyor. Mide kanserinden korunmak için, turşu, salamura yiyecekler ve hazır çorba gibi çok miktarda tuz içeren yiyeceklerden uzak durulması, peynir gibi çok tuzlu yiyeceklerin tuzsuzlarının tercih edilmesi öneriliyor. Şeker ve şekerli yiyeceklerin mümkün olduğunca az tüketilmesi, vücut ağırlığının korunması tavsiye ediliyor. Diyette tuz ve tuzlu besinlerin tüketiminin azaltılması, sebze ve meyve tüketiminin arttırılması, sigaranın bırakılması ve helikobakter piloriden korunulması ve tedavi edilmesi gerekiyor.

16 Ocak 2011

TÜP BEBEKTE GEBELİK ORANLARI ARTACAK




Prof. Dr. Gürgan ve embriyolog Doç. Dr. Demirol tarafından yabancı bilim adamları ile ortak yürütülen çalışmada, 2 ve daha fazla tüp bebek tedavisi başarısızlığı olan çiftlerde ''kümülüs hücre ko-kültür'' uygulamasının gebelik oranlarını önemli derecede arttığı gösterildi.

Bilim dünyası çeşitli nedenlerle çocuk sahibi olamayan çiftlere yeni tedavi metodları sunuyor. Yumurta destekleyici kümülüs hücreleriyle eş zamanlı embriyo geliştirme tekniği ''ko-kültür'' yöntemi de daha önce tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olamayan çiftlere, anne-baba olma şansı tanıyor.



ESHRE (Avrupa Üreme ve Embriyoloji Derneği) Yön. Kurulu Üyesi Prof. Dr. Timur Gürgan ve Embriyolog Doç. Dr. Aygül Demirol tarafından yabancı bilim insanlarıyla ortak yürütülen çalışmada, 2 ve daha fazla tüp bebek tedavisi başarısızlığı olan çiftlerde ''Kümülüs Hücre Ko-Kültür'' uygulamasının gebelik oranlarını önemli derecede arttığı gösterildi.

Çalışma, yöntemin embriyo kalitesi bozukluğunu azaltmak, tek embriyo transferinde en iyi embriyo transferinin sağlanabilmesi, daha fazla kaliteli embriyo dondurabilmesi ve rahim için zarına embriyonun gömülmesine engel olan durumlarda da alternatif bir teknik olarak kullanılabileceği ortaya koydu. Rahim içindeki endometrium denilen bölgedeki hücrelerin kullanılması ile belli hasta gruplarında tüp bebek başarısını arttırabilen ve ''Yapay Rahim'' olarak lanse edilen laboratuvar uygulamasından daha kolay, ucuz ve başarılı olan teknik, Türk bilim insanlarınca alanın önde gelen bilimsel dergilerinden ''Reproductive Medicine Online'' da yayımlandı.

MEVCUT TEKNİK, DAHA PAHALI VE ZOR

Prof. Dr. Gürgan ve Doç. Dr. Demirol'un verdiği bilgiye göre, Yumurta Destekleyici Kümülüs Hücreleriyle Eş Zamanlı Embriyo Geliştirme (Ko-kültür) Yönteminden önceki teknikte, rahim içinden alınan hücreler kullanılıyor.

Mevcut yöntemde, ilk olarak hastalardan tüp bebek tedavisinden bir ay önce rahim içinden biopsi alınıyor. Elde edilen rahim içi zarı hücreleri, bir aya yakın süre laboratuvarda üretiliyor ve yumurtanın döllenmesini takiben embriyolara destek olarak kullanılıyor.
Bu uygulama önemli laboratuvar yatırımı, çalışma süresi ve eğitilmiş personel gerektiriyor. Ayrıca hastalara ilave maliyet getiriyor.
Yumurta Destekleyici Kümülüs Hücreleriyle Eş Zamanlı Embriyo Geliştirme (Ko-kültür )yöntemi ise, daha kolay, ucuz ve başarılı sonuçlar elde edilmesine olanak tanıyor.

Gürgan ve Demirol tarafından Fransa, Yunanistan ve Rus bilim adamlarıyla ortak olarak yürütülen çalışmada, 423 hastada yumurta destekleyici kümülüs hücrelerinin yumurtanın spermle döllenmesi sonucunda embriyo elde edildi. Bu yöntemle, embriyo kalitesinde ve gebelik oranlarında önemli artışlar olduğu gösterildi.

YÖNTEM NASIL YAPILIYOR?

Söz konusu teknik, tüp bebek tedavisinin yumurta toplaması aşamasında yumurtaların alınması sırasında elde edilen sıvıdan kümülüs hücrelerinin ayrıştırılması, ayrı olarak üretilmesi ve yumurtanın döllenmesini takiben bu hücreleri içeren sıvılarda geliştirilmesi esasına dayanıyor. 2 ile 4 gün bu sıvılarda kümülüs hücreleri ile birlikte gelişmesini sağlayan döllenmiş yumurtalar, daha hızlı ve kaliteli gelişiyor ve rahim içine tutunma olasılıkları artıyor.
Uygulama ile embriyolar daha fazla oranda blastokist safhasına erişiyor, ayrıca kümülüs hücrelerinin embriyonun rahim içine tutunmasını sağlayan bazı maddeleri yaparak gebeliğin oluşmasına katkı sağlayabiliyor.

KALİTELİ EMBRİYO BELİRLENEBİLİYOR

Bu çalışmanın sonuçları, daha önceden tüp bebek tedavisi yapılmasına rağmen gebelik sağlanamamış çiftlerde yeni bir ümit ışığı olarak sunuluyor.

Çalışma, iki ve daha fazla tüp bebek tedavisi başarısızlığı olan çiftlerde, kümülüs hücre ko-kültür uygulamasının gebelik oranlarını önemli derecede arttığını müjdeliyor.

Teknik ayrıca, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan embriyo kalitesi bozukluğunu azaltmak, tek embriyo transferi yapılırken (Türkiye'de tüp bebek yönetmeliğine göre mecburi) en iyi embriyo transferinin sağlanabilmesi, daha fazla kaliteli embriyo dondurabilmesine olanak sağlayarak gebelik oranlarını arttırmak ve rahim için zarına embriyonun gömülmesine engel olan durumlarda alternatif bir teknik olarak kullanılıyor.

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...