01 Aralık 2013

Alerjik Astım önlenebilen bir hastalık mıdır?




İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı Prof.Dr.Bilun Gemicioğlu, Alerjik Astım’ konusunda sorularımızı yanıtladı. 


Alerjik Astım nedir? Alerjik Astım nedir? Astım oluşmasına sebep olan faktörler nelerdir? Önlenebilen bir hastalık mıdır?


Astım, akciğer içi hava yollarının kronik inflamasyonu ve bronş hiperreaktivitesi ile seyreden, nöbetler şeklinde gelen öksürük, nefes darlığı, hışıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi ile kendini gösteren, diffüz değişken hava yolu obstüksiyonun olduğu, çok farklı fenotipleri olan bir hastalıktır. 

Astım oluşmasına sebep olan faktörlere ve oluşan klinik tablolara göre çeşitli gruplara ya da farklı fenotiplere ayrılır. Alerjik astım, ana tetikleyenin allerjen olduğu astımdır. Genellikle erken yaşlarda başlayan, hastalarda astımın yanı sıra egzema, allerjik rinit (saman nezlesi), ürtiker gibi hastalıkların da eşlik edebildiği, yüksek serum IgE düzeyleri ve pozitif deri testleri ile seyreden, ailesel yatkınlıkda izlenebilen bir fenotipidir. Allerjenlerle aralıklı karşılaşma kişide buna karşı duyarlanma oluşturur. 


Hava yollarında bu allerjenin tetiklediği bir inflamasyon ve aşırı duyarlılık ile semptomlar meydana gelir. Allerjik astımlı kişilerde, semptomlara neden olan çoğunlukla solunan allerjenlerdir. Bunlar ev tozu akarları, ot, ağaç pollenleri, küf mantarları, hamam böceği şeklinde sıralanabilir. Alerjik astımdan korunmak ve şikayetlerin ortaya çıkmasını engellemek için kişinin allerjenle temasını engellemek önemlidir. Ancak genetik olarak yatkın kişilerde çevresel etkenlerle oluşan bir hastalık olduğundan hastalık gelişimini önlemek oldukça zordur. Ancak genetik riski olabilecek kişilerde alınacak genel korunma yöntemleri (sigara içilmemesi, riskli mesleklerden kaçınmak gibi) bir dereceye kadar hastalığa engel olabilir.

Alerjik Astım kontrolü nasıl sağlanır?

Alerjik astım kontrolü için öncelikle kişinin hastalığının doğru bir şekilde tanınması gerekmektedir. Hastanın hastalık hakkında bilgi edinmesi için eğitim verilmeli, alerjenle temasını en az seviyeye indirilmelidir. Hastanın semptomlarına göre uygun basamaktan başlanır. Tam kontrol sağlandıktan 3 ay sonra basamak inilir veya kontrol sağlanamamışsa çıkılmalıdır. Tüm basamaklarda ihtiyaç halinde kısa etki başlangıçlı beta 2 agonist verilir. Tüm basamaklarda hastalığın kontrolden çıktığında kısa süreli (5-10 gün) steroid kürü (1mg/kg/gün metil prednizolon başlanıp azaltılarak) verilir. 

Aslında kural hastanın tedavisi ile kontrolde yani yakınmasız olmasıdır. Hasta takibe kontrole geldiğinde güncel ve gelecek kontrol kriterleri dikkatle sorgulanmalıdır. Buna ulaşılamamışsa hasta uygun basamağa yerleştirilememiş olarak kabul edilip tedavisi tekrar gözden geçirilmelidir. Tetikleyen bir nedenin varlığı araştırılmalıdır. İnhalasyon tekniği ve ilaçlara uyumu gözden geçirilmeldir. İlaçlarını doğru şekilde zamanında yakınması olmasa da alması sağlanmalı ve düzenli hekim tarafından takip edilmelidir buna göre tedaviye aynı şekilde veya basamak azaltarak veya artırarak devam sağlanmalıdır. Farklı bir fenotip hasta ise buna uygun tedavi ve izlem seçilmelidir. Astım kontrolünün önemi Astımın uygun bir şekilde tedavi edilip kontrol altına alınamaması gelecek riskleri artırmakta, morbidite ve mortalite oluşturmakta, hastanın yaşam kalitesinde kayba yol açmaktadır. Kontrol altında olmayan hastalarda acil servis başvuruları ve hastaneye yatış daha sık izlenmektedir. Kontrolsüz astımda gerek okul/iş günü kaybı gerekse maliyet artmaktadır. 

 Kontrolde tedavinin yeri nedir? 
Astım kontrolünde uygun tedavi önemli rol oynamaktadır. Uygun tedavi ile hastaların hem mevcut şikayetleri kontrol altına alınmakta hem de hasta olası gelecek risklere karşı korunmaktadır. İyi tedavi stratejileri izlenmesine rağmen, pek çok hastada astım kontrolü sağlanamamaktadır. Standart tedaviye rağmen, hastaların %72’si kısmen kontrol altında ya da kontrol altında değildir. Astım tedavisinin hedefi, kontrole ulaşmak ve kontrolü sürdürmektir. 

Kontrol altında olmayan astım hastalarının şikayetleri nelerdir?

Şikayetleri olan hasta ne yapmalı? Astımı kontrol altına alınamayan hastanın öksürük, nefes darlığı, hışıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi gibi şikayetleri devam eder, kurtarıcı ilaç gereksinimi artar, solunum fonksiyonları bozulur, fiziksel aktivitesinde azalma olur. Hasta günlük aktivitelerini yapmakta zorlanır, bu durum kişinin sosyal hayatınıda olumsuz etkiler. Şikayetleri olan hasta şikayetlerini doğru bir şekilde hekimine aktarmalı, tedaviye uyumu değerlendirilmeli ve tedavisi şikayetlerini kontrol altına alacak şekilde düzenlenmelidir.

Türkiye’de hastalıkla ilgili güncel durum  ve astım tedavisiyle ilgili gelişmeler nelerdir? 

Türkiye’de astımın görülme sıklığı yapılan çalışmalarda bölgesel farklılıklar göstererek %2.8 ile %9.8 arasında değişmektedir. Yaklaşık 3,5 milyon astım hastası mevcuttur. Türkiye’de 2006’da yapılmış çalışmada tam kontrol altında olan astım hastalarının oranı GİNA kriterlerine göre sadece %1,25’dir. Üçüncü basamakta da kontrolde ve kısmı kontrolde olgu oranı da 2008’de yapılmış çalışmada ancak %52 olabilmiştir.

Günümüzde Türkiye’de de, Amerika ve Avrupa’daki astım tedavisinde mevcut güncel tedavilere ulaşmak mümkündür. Bunların doğru şekilde kullanılmalarını sağlamak üzere Türk Toraks Derneği tarafından ‘Astım Tanı ve Tedavi Rehberi’ hazırlanmıştır. Hekimler tarafından astım tedavisi ve kontrolünün uygulanmasını artırmak, son eklenen tedavi ajanlarını aktarmak üzere çeşitli toplantılar düzenlenmiş olup halen sürdürülmektedir. Aynı şekilde hasta eğitim toplantıları ile de astım kontrolünün düzeltilmesi için çalışılmaktadır.

Zeynep Çetinkaya

29 Kasım 2013

30 BİN HASTA ORGAN BEKLİYOR ! Organ bağışlayarak hayat kurtarabilirsiniz.



Ülkemizde organ bekleme listelerinde hasta sayıları giderek artarken, yapılan organ bağışları ihtiyacı karşılamakta yetersiz kalıyor. Türkiye Organ Nakli Vakfı Başkanı ve Sağlık Bakanlığı Organ Nakli Ulusal Koordinasyon Kurulu Üyesi Dr. Eyüp Kahveci ile Medicana International Ankara Hastanesi Organ Nakli Merkezi Direktörü Prof. Dr. Sadık Ersöz ülkemizde organ bağışlarının azlığına dikkat çekerek organ bağışı konusunda çağrıda bulunuyor.


Dünyada olduğu gibi ülkemizde de organ naklinde birinci sorunun organ bağışlarının azlığı olduğunun altını çizen Prof. Dr. Sadık Ersöz ve Dr. Eyüp Kahveci 10 yıl önce yüzde 70 olan organ bağışı oranının, 2013 itibariyle yüzde 22'lere düştüğünü ifade ederek, organ bekleme listelerinde hasta sayılarının giderek arttığını buna karşın temin edilen organ sayısının ise son derece yetersiz kaldığını vurguluyor.


30 BİN HASTA ORGAN BEKLİYOR

ORGAN BAĞIŞI ORANLARI TÜM ÇABALARA KARŞI YETERSİZ KALIYOR.

Dr. Eyüp Kahveci 
Türkiye Organ Nakli Vakfı Başkanı
Sağlık Bakanlığı Organ Nakli Ulusal Koordinasyon Kurulu Üyesi 

Türkiye’de organ ihtiyacı büyük bir hızla artıyor. Ülkemizde çeşitli organ nakilleri bekleyen yaklaşık 30 bin hasta bulunuyor. Tüm dünyada bu organlar kadavradan ve canlıdan olmak üzere iki şekilde karşılanıyor. Ancak organ bağışı oranları tüm çabalara karşı yetersiz kalıyor.
Kadavradan organ bağışı konusunda Avrupa'daki oran yüzde 80-85 iken, ülkemizde yüzde 20 ile 25 oranlarında. Tüm dünyada bağışların büyük bir kısmın kadavradan sağlanırken, ülkemizde beyin ölümü kavramı yeterince bilinmediği için organlar genellikle canlı vericiden sağlanıyor. Bu nedenle canlı vericiden sağlanan organlarla gerçekleştirilen nakiller kadavradan sağlanan organlardan gerçekleştirilen nakillerden çok daha fazla. 


BEYİN ÖLÜMÜ BİTKİSEL HAYATTAN FARKLIDIR. BEYİN ÖLÜMÜ KAVRAMININ DAHA İYİ ANLATILMASI GEREKİYOR.

Geçen yıl 1.478 beyin ölümü tespit edilmiş ve ailelerin izni ile sadece 345 organ bağışı alınabilmiştir. Bu oran tespit edilen beyin ölümü sayısına göre oldukça düşük kalmaktadır. Bunun için hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde meydana gelen beyin ölümlerinin zamanında tespit edilmesi önemlidir. Ardından ölen kişinin ailesinin beyin ölümü ve organ bağışı konusundaki farkındalığı en çok sıkıntı çektiğimiz konulardan bir tanesidir. Sıklıkla bitkisel hayat kavramıyla karıştırılan beyin ölümü, kesindir ve geri dönüşü yoktur. Oysa bitkisel hayatta, yaşam bir şekilde devam etmektedir. Ancak beyin ölümü olursa organ naklinden bahsedilebilir. Dolayısıyla beyin ölümünden organ nakline kadar olan süreçte toplumsal farkındalık için ciddi bir bilgilendirme gereklidir.Toplumun her katmanında, sağlık camiası ve sağlık çalışanları da dahil olmak üzere beyin ölümüyle ve organ nakliyle ilgili bir eğitim seferberliğine ihtiyaç bulunmaktadır.


İSPANYA’DA BAĞIŞ ORANI YÜZDE 85, TÜRKİYE’DE YÜZDE 22!

Ülkemizde ölüden temin edilebilecek organ kaynakları açısından, oldukça yaygın bir yoğun bakım hizmet ağına sahip olmamıza rağmen yeterli sayıda potansiyel organ vericisine ulaşamıyoruz.

Prof. Dr. Sadık Ersöz
Medicana International Ankara Hastanesi
Organ Nakli Merkezi Direktör

Ölüden organ temin sistemimiz ne yazık ki AB ortalamasına göre 7-8 kat geriden seyretmektedir. Beyin ölümü tanısı konulmadan ve organların kullanılması için aile ile görüşülmeden kaybedilen her vaka toprağa gömülen sadece bir kayıp değil beraberinde kaybedilen 5-6 hayat demektir. Burada yoğun bakım hekimlerine ve ailelere önemli bir tıbbi ve vicdani sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk ancak beyin ölümü süreçlerine ilişkin farkındalıkla mümkündür. 


BU SORUMLULUK ANCAK BEYİN ÖLÜMÜ SÜREÇLERİNE İLİŞKİN FARKINDALIKLA MÜMKÜNDÜR

2011 yılı sonu itibariyle beyin ölümü tespiti yapılan 1292 vakanın ailesi ile de görüşülmesine rağmen, yalnızca yüzde 26 oranında bir bağış alınmıştır. 2013 itibariyle bu oran yüzde 22 seviyesindedir. 2002 yılında yüzde 70 seviyesinde olan aile bağış oranı son 10 yılda maalesef bu rakamlara inmiştir. Ölüden, yani kadavradan organ temininde dünyada model ülke olan İspanya’da bağış oranı 2011 yılı için yüzde 85’tir, yani ailelerin sadece yüzde 15’i ölen yakınlarının organlarını bağışlamamışlardır. Organ bağışı konusunda, toplumsal farkındalığı artırmak için yanlış algılamalar ve önyargıların düzeltilmesine yönelik ulusal bir kampanyanın yürütülmesi gerekliliği önümüzde durmaktadır” diye konuştu.

21 Kasım 2013

KOAH, YILDA 3 MİLYON CAN ALIYOR!



Eğer sigara içiyorsanız, nefesiniz daralıyorsa KOAH’lı olabilirsiniz, doktorunuza başvurup bir soluk testi yaptırmak için ÇOK GEÇ DEĞİL!


KOAH(Kronik (Müzmin) Obstrüktif (Tıkayıcı) Akciğer Hastalığı), ne yazık ki toplum tarafından çok iyi tanınan bir hastalık değil. Kronik bronşit ve amfizem olarak da bilinen KOAH tüm dünyada yaklaşık 50 milyon kişiyi etkiliyor ve her sene 3 milyon kişi bu hastalık nedeniyle hayatını kaybediyor. Üstelik Dünya Sağlık Örgütü, 2020'de KOAH'ın tüm dünyada üçüncü ölüm sebebi olacağını öngörüyor. Toplumumuzda 40 yaş üstü her 5 kişiden birinde KOAH var, ancak 10 KOAH hastasının sadece biri doktora başvurmuş ve doğru tanı alabilmiş durumda. Yani Ülkemizde bulunan 5 milyona yakın KOAH'lı hastanın sadece 300-500 bini kendisinde hastalık olduğunun farkında.
Toplumun KOAH konusunda yeterli bilgiye sahip olmaması, hastalığın erken tanısını ve etkin tedavisini güçleştiriyor. Oysa basit ve ağrısız bir test olan 'nefes ölçüm testi' ile kişinin KOAH olup olmadığı kolayca saptanabiliyor. Uzmanlar, "40 yaş üstü, sigara içmiş ya da içmekte olan ve/veya meslek icabı ya da çevresel ortam gereği tozlu ortamlarda bulunan kişilerde müzmin seyirli öksürük, balgam ve nefes darlığı yakınmalarından en az birinin bulunması halinde kişinin bir göğüs hastalıkları hekimi tarafından görülüp 'Nefes ölçüm testi'ni yaptırması gerekir" diye uyarıyor.
TÜRK TORAKS DERNEĞİ DÜNYA KOAH GÜNÜ ETKİNLİKLERİ
Dünyada KOAH bilincinin oluşturulması adına çalışan Türkiye’nin de üyesi bulunduğu uluslararası bir organizasyon olan Obstrüktif Akciğer Hastalıklarına Karşı Küresel Girişim (GOLD) grubu “Global Initiative For Obstructive Lung Disease”, bu yıl 20 Kasım 2013'de her yıl yapılmakta olan Dünya KOAH Gününün onikincisini tüm dünya çapında gerçekleştirdi. GARD Türkiye (Kronik Havayolu Hastalıkları Önleme ve Kontrol Programı) çerçevesinde, Türk Toraks Derneği ve T.C. Sağlık Bakanlığı birlikte Dünya KOAH Günü aracılığı ile dünyada 4. ölüm nedeni olan KOAH ile ilgili bilincin oluşması için “ÇOK GEÇ DEĞİL!” sloganı ile 20 Kasım Dünya KOAH Günü dolayısıyla başta büyükşehirler olmak üzere birçok ilde Hastalar için konferanslar ve tarama testleri programları düzenledi. Hekimler tarafından yapılan çeşitli aktivitelerle kamuoyu ve medyaya yönelik olarak, bu önemli hastalıkla ilgili mesajlar verildi.
İstanbul’da yapılan etkinliklerden birisi ise Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim Araştırma Hastanesi Konferans Salonu'nda düzenlenen "KOAH Hasta Eğitim Toplantısı” oldu. Toplantıda konuşan Türk Toraks Derneği GARD Temsilcisi ve İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilun Gemicioğlu, "Nefes darlığıyla başlayan bir durum, ama her nefes darlığı da KOAH değil. Her yıl 3 milyon kişi KOAH nedeniyle ölüyor. Türkiye'de üçüncü, dünyada dördüncü ölüm nedeni.2020'de ise tüm dünyada üçüncü ölüm nedeni olacağı tahmin ediliyor. Ama Türkiye'de hastaların yüzde 90'ı bunun farkında değil. Dünyada da bu oran yüzde 80. Ülkemizde 40 yaş üzeri her 5 yetişkinden biri KOAH'lı. Özellikle Adana bölgesinde yapılan tetkiklerde 19.3 gibi bir oran var KOAH'lı. Adana'da sigara içme ve tezek yakılması durumu çok fazla. Bu nedenle oran yüksek" dedi.
  

3 AYDAN UZUN SÜREN ÖKSÜRÜĞE DİKKAT
Hastalığın belirtilerinin yaşlılığa benzediğini ifade eden Prof. Dr. Gemicioğlu, "Sigara kullanmaktan kaynaklanıyor ve bilinmemesi nedeniyle ölümcül. Öksürük, nefes darlığı, öksürükle birlikte balgam çıkarma en önemli belirtiler. Maden işçilerinde, metal işçilerinde maruz kalınan gaz ve tozlar da KOAH'a sebep olabiliyor. Dış ortamı kirleten otomobil yakıtları da önemli bir neden. Hastalara nefes ölçümü yapıyoruz, bu basit bir testle KOAH tanısı konulabiliyor. Sigara içimi, gaz maruziyeti, 3 aydan uzun süredir öksürük ve balgam şikayetleri varsa bu kişiler mutlaka göğüs hastalıkları uzmanlarına başvurmalı" şeklinde konuştu.
HAYAT BOYU SÜREN HASTALIK

"KOAH ömür boyu süren bir hastalık" diye nitelendiren Prof. Dr. Gemicioğlu, "Gitgide ilerleyen bir hastalık. Diyabet, hipertansiyon gibi. Hastalarımızın üç ayda bir kontrole gelmesi gerekiyor. Ama hastalarımızın çoğu hep geç evrede geliyor. Atak anında bize geliyorlar. Çoğu atağın da en büyük nedeni alt solunum yolu enfeksiyonu olabilir. Tedavi olarak da, sigara içmeyi bırakın, grip ve zatürre aşınızı yaptırın, egzersiz yapın, sağlıklı beslenin, ilaçlarınızı doğru kullanın, enerjinizi doğru kullanın, oksijen tedavinizi doğru uygulayın, ataklarınızı kontrol edebilin diyoruz" dedi. KOAH'lıların beslenmesiyle ilgili bilgiler de veren Prof. Dr. Bilun Gemicioğlu, şöyle devam etti: “KOAH'lılar daha küçük aralıklarla, daha sık ve az beslenmeli. Çünkü bu hastalar yemek yerken büyük bir efor sarfediyor. Bu eforu sarfederken karbonmonoksit çıktığı için karbonhidrattan daha az ve fakir beslenmeli, daha çok protein ağırlıklı ve yine zeytinyağı gibi naturel yağlar tüketmeli. KOAH hastaları yavaş yemek yemeli. Hastanın oksijensizlik gibi bir durumu söz konusuysa hareketlere dikkat etmeli. Bu durumda hastaya çeşitli egzersizler veriyoruz.”

09 Kasım 2013

Gece altını ıslatan çocukların %60’ı erkek!

Enürezis Noktürna Prevelans & Bilinirlik Araştırması sonuçları açıklandı.

Beş yaşına gelmiş bir çocuğun istemsiz ve farkında olmadan gece uykuda yatağını ıslatması anlamına gelen Enürezis Noktürna sorunu hakkında toplumda bilinirliği ve hastalığın görülme sıkılığını ölçümlemek üzere için 5-18 yaş aralığında çocukları olan 2.000 ebeveyn ile görüşüldü. 

Türk Çocuk Ürolojisi Derneği önderliğinde, Ferring İlaç’ın katkıları ile yapılan araştırma; Tüm SES grupları ile kent-yarı kent ve kır olmak üzere tüm yerleşim merkezlerinden katılım sağlayarak, 25-54 yaş aralığı ebeveynlerle, yedi coğrafi bölgede ve on iki ilde gerçekleştirildi.


5-18 yaş arası çocuğu olan ailelerin %20’si bu sorunla karşı karşıya!
Her üç aileden biri geçmişte bu sorunu yaşamış veya hala yaşıyor! Bu sorunu yaşayan ailelerin yüzde 64’lük bölümü ise çocuklarının ilerleyen yaşlarına rağmen hala bu problemi yaşamaya devam ediyor.
Gece altını ıslatan çocukların %60’ı erkek!
Gece altına kaçırma problemi yaşayan çocukların neredeyse ¼’ü hemen her gün ve büyük çoğunluğu haftada 1 veya daha fazla gece yatağını ıslatıyor. Ebeveynleri daha yaşlı olan çocukların gece yatağını ıslatma sıklığı daha fazla.
45 yaş altı ebeveynlerde altına kaçırma problemi devam eden çocuk oranı daha yüksek.
Sosyo-ekonomik seviyesi düşük ailelerde altına kaçırma problemi olan çocuk oranı daha fazla.


Araştırma sonucunda ortalama her üç aileden birinin herhangi çocuğunun birinde 4 yaş üzeri gece yatağını ıslatma probleminin olduğu belirlendi. Ailelerin % 41’i alt ıslatma sorununun kendiliğinden düzelmesini bekliyor. Durumla mücadele etmek için de çocuğu gece uykudan uyandırmak ya da altını bezlemek gibi yollara başvuruyorlar. 25-34 yaş arası ebeveynlerde gece uykudan uyandırmak, 35-54 yaş arası grubunda ise bezlemek daha çok tercih edilen yöntem oluyor. 


Gece altına kaçırma problemi yaşayan çocukların neredeyse ¼’i hemen her gün ve büyük çoğunluğu haftada 1 veya daha fazla gece yatağını ıslatıyor. Gece altına kaçırma problemi yaşayan çocukların %61’i doğduğundan beri bu problemi yaşarken; doğuştan yaşamayan çocuklarda ise aileler, başlangıç olarak ortalama 4-5 yaşından itibaren bu problemi yaşadıklarını belirtiyorlar.


Araştırma sonuçlarına göre 45 yaş altı ve SES grubu daha düşük ailelerde gece yatağını ıslatma probleminin devam etme oranı daha yüksek olduğu gözlendi ve bu problemi yaşayan çocukların ortalama 3/5’i erkek çocukları olduğu saptandı.

Gece yatağını ıslatma problemi yaşayan çocukların yaklaşık ¼’ü gündüz de altını ıslatıyorken SES grubundaki ailelerde gece yatağını ıslatma problemi yaşayan çocukların gündüz de altını ıslatma oranı daha yüksek. Bu sorunu yaşayan Anne-Babaların yaklaşık 2/3’ü çocuklarının altına kaçırma problemine çok önem verirken 45-54 yaş grubundaki anne babalar çocuklarının altına kaçırma problemine, daha düşük yaş gruplarındaki anne babalara göre daha çok daha fazla önem veriyorlar.



Bulgulara göre, çocuklarının Altına Kaçırma problemi devam etmekte olan ailelerin yaklaşık yarısı tedavi için doktora başvurmuş ve doktora başvuran ailelerin 2/5’i ilaç tedavisi yöntemini kullanmış. An itibari ile daha önce yaşamış fakat artık böyle bir sorun yaşamayan çocuklar en fazla doktor başvuruları sonrası ilaç kullanmış veya psikiyatri tedavisi/terapi almış.

“Gece Uyandırmak” ve “Bezlemek” doktora başvurmayan ailelerin hâlâ en çok başvurduğu hastalıkla baş etme yolları iken hastalığın tekrar etmesi durumunda ailelerin %80’i doktora başvuracaklarını belirttiler. Doktora gitmeme sebebinin genel olarak kendiliğinden düzelmesini beklemek olduğu hastalık için uygulanan tedavi çoğunlukla 0-6 ay arası sürmektedir.

Kaynak:



02 Eylül 2013

Kadın Sağlığı: FOLLİKÜLER KİST NEDİR VE NEDEN OLUŞUR?




Doç.Dr. Mehmet Murat NAKİ
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı 
Jinekolojik Onkoloji Cerrahisi Uzman
Medical Park Göztepe


Folliküler kist yumurtalık dokusunda bulunan fizyolojik bir yumurtalık kistidir. Yumurtalık yüzeyinde bir köpük gibi görünen, berrak ya da saman sarısı renginde sıvıyla dolu olan, ince duvarlı bir yapıdır. Follikü­ler kistlerin büyümesi hipofiz hormonlarına bağımlıdır. Kist bir dış tabaka ve östrojenden zengin sıvı üreten bir iç tabakadan meydana gelir. Normal periyotta yumurtlama olmasıyla yumurtalık follikülüyle birlikte bu östrojenden zengin sıvı da salınır. Yumurtlamadan sonra kist olan yapı normal gerilemeye uğrar ve gebeliğin normal kistine dönüşür. Yumurtlama gerçekleşmezse kist büyür ve folliküler kis­te dönüşür. Yani folliküler kistler normal yumurtalık fonksiyonunun bir varyasyonudur.

Folliküler kistler olgunlaşmış follikülün çatlamamasından ya da olgunlaşmamış follikülün gerileyememesinden kaynaklanır. Normal­de, iki adetin ortasında kistik follikülden yumurtanın çatlamasına neden olan bir hormonal olay (LH piki) gerçekleşir. LH piki gerçekleşmezse folli­kül çatlamaz. LH piki östrojen düzeylerini yükselten bir­çok faktör tarafından engellenebilir. LH piki olmazsa follikül büyüme­ye devam eder ve folliküler kiste dönüşür.

Folliküler Kist Kimde Görülür?

Folliküler kistler tipik olarak doğurganlık çağındaki genç, adet gören ka­dınlarda görülür. Sıklığının ilk adet öncesi dönemde arttığı görülmekte­dir. Sıklıkla, anne karnındaki bebeğin yumurtalıkları anneden gelen hormonlarla et­kilenen yenidoğanlarda doğum sonrasında sadece birkaç ay süren follikü­ler kistler gelişebilir. Folliküler kistler menopoz yaşındaki kadınlarda nadirdir.

Folliküler Kistler Nasıl Saptanır?

Folliküler kistler genellikle belirti vermezler ve ultrasonografiografi ya da muayenede rastlantısal olarak saptanır. Ge­nellikle bir ila üç ay içinde kaybolur ve nadiren belirti verir. Bu kist­lerin çapı 2.5 ile 15 cm arasında değişebilir. Büyük kistler kasık ya da karında ağırlık hissine neden olabilir. Kist büyükse mu­ayenede saptanabilir. Çoğu folliküler kist hastanın ve doktorun gö­zünden kaçar. En iyi tanısal test ultrasonografiografidir. Hikaye, fi­zik muayene ve ultrasonografiun birleşimi tanıyı destekleyebilir. MRG (manyatik rezonans görüntüleme) de yardımcıdır ancak fiya­tı yüksektir. Kesin tanı ya da tedavi için cerrahi girişim gerekebilir.

Follikül Kistleri Nasıl Yönetilir?

Folliküler kistlere yaklaşımda gözlem genel kuraldır. Üreme çağındaki bir kadında 5-8 cm'lik basit bir yumurtalık kisti genellikle en az bir adet dönemi takip edilir, burada kistler sıktır ve kötü huylu olma olasılığı riski azdır. Ço­ğu kist tanıdan sonraki bir- iki ay içinde kendiliğinden kaybolur. Basit ve odacıklı kist­leri ayırt etmede vajinal ultrasonografiografi karından yapılana göre üstündür. Bu yöntem aynı zamanda kistin büyüklüğü ve damarlanmasını da sapta­mak için kullanılabilir.

Yumurtalık kisti altı-sekiz haftadan uzun süre sebat ederse iyi huylu yumurtalık kistini kötü huylu yumurtalık tümöründen ayırt etmek için cerrahi olarak çıkarmak gereklidir. Çoğu olguda cerrahi gerekli olduğunda laparoskopik yumurtalık kisti çıkartılması gerçekleştirilir. Laparoskopi anatomiyi daha iyi gör­meye ve minimal hasarla kisti çıkarmaya yardımcı olur. Hasta yakın zamanda gebelik planlamıyorsa ya da doğum kontrol hapı kullanmaya engel bir durumu yoksa fizyolojik yumurtalık kistinin tıbbi kontrolün­de doğum kontrol hapları kullanılır. Bunlar ileride kist gelişme riski­ni azaltmak için kullanılır. Oluşmuş olan kistlerin küçültülmesinde çok etkili değildir çünkü fizyolojik kistler zaten kendiliğinden birkaç ay içinde gerilemektedir.

Yumurtalık kistinin iyi huylu ya da kötü huylu olduğunu saptamak için tek ke­sin yol cerrahi olarak çıkartılan kistin patolojik değerlendirilmesidir. Ultrasonografiografi ya da MR kanser gelişimini saptamaya yardımcı olmak için kullanılabilir. Ek olarak, serum CA-125 seviyeleri kötü huylu yumurtalık kisti olasılığını saptamada kullanılabilir. Ancak bu yöntemlerin hiçbiri cerrahi örnekleme kadar etkili değildir. Tarihsel olarak yumurtalık kistinin enjektör benzeri bir aletle boşaltılması denenmiştir an­cak,karın içine sıvı yayılım riski yüksektir ve kistlerin %40'ı tekrar gelişmiştir. Karın içine kötü huylu kist sıvısı yayılırsa kanserin cerrahi evresini arttırmaktadır. Kanserden şüphelenilirse en iyisi patoloji için doku örneği almaktır çünkü kötü huylu kistlerde kist sıvısının incelemesi güvenilir değildir.


“SAĞLIK İÇİN HAREKET EDELİM”

''2001 yılından beri Sağlık Bakanlığı önderliğinde kutlanmakta olan “Halk Sağlığı Haftası”nın teması bu yıl  “Sağlık İçin Hareket Edelim” olarak belirlenmiştir.''




Bulaşıcı olmayan hastalıklara daha çok tütün kullanımı, sağlıksız beslenme, fiziksel aktivite eksikliği ve alkolün zararlı kullanımı gibi ekonomik dönüşüm, hızlı şehirleşme ve 21. yüzyıl hayat tarzlarının yaygın özellikleri olan dört davranışsal risk faktörü neden olmaktadır.

Risk faktörlerinin azaltılması, erken tanı ve zamanında tedaviyle bunların önemli ölçüde azaltılması ve böylelikle milyonların hayatının kurtarılması ve büyük acıların önüne geçilmesi mümkündür.

Kalp damar hastalıkları, kanserler, diyabet ve kronik solunum yolu hastalıkları başta olmak üzere bulaşıcı olmayan hastalıklar, insan sağlığı ve kalkınmasına yönelik önde gelen tehditlerden birisidir. Bu dört hastalık dünyanın en büyük katilleri olup her yıl tahminen 35 milyon ölüme neden olmaktadır (küresel düzeyde tüm ölümlerin % 60’ı). 

Bulaşıcı olmayan hastalıklar önlenebilir niteliktedirler. Kalp hastalıklarının, inmelerin, tip 2 diyabetin %80’i ve kanserlerin üçte birinden fazlası, tütün kullanımı, sağlıksız beslenme, fiziksel hareketsizlik ve alkol kullanımı gibi davranışsal risk faktörleri ortadan kaldırılarak önlenebilir. 

Bunlar içerisinde fiziksel inaktivite, küresel mortalite için dördüncü önde gelen risk faktörü olarak tespit edilmiştir. Dünya genelindeki ölümlerin % 6’sından sorumludur. Meme ve kolon kanserlerinin yaklaşık % 21-25’inin, diyabetin % 27’sinin ve iskemik kalp hastalığının % 30’unun ana nedeni olarak fiziksel inaktivite gösterilmektedir. 

Fiziksel inaktivite obezitenin önde gelen nedenlerinden birisidir.


Enerji harcamanın kilit belirleyicisidir ve bu yüzden enerji dengesi ile kilo kontrolü için büyük öneme sahiptir. Obezite ise yine küresel boyutta önemli bir halk sağlığı sorunu olup tüm dünyada her geçen gün artış göstermektedir. Obezite eğilimi özellikle çocuklar ve adolesanlarda alarm verici düzeydedir. Çocukluk çağı obezitesindeki yıllık artış giderek büyümektedir. 

Bakanlığımız tarafından gerçekleştirilen Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırmasına göre 6-11 yaş grubu çocuklarımızın % 58.4’ü düzenli (günde 30 dakika veya daha fazla süre ile) olarak egzersiz yapmamaktadır. Bu yaş grubunda TV, bilgisayar, internet, ev ödevi, ders çalışma için hareketsiz geçirilen ortalama süre 6 saattir. 6-18 yaş grubu bireylerin %8.2’si obez/şişman, %14.3’ünün hafif şişman olduğu tespit edilmiştir.

Çocukluk çağı obezitesinin önlenmesi yetişkinlikte obezitenin, erken yaşta kronik hastalıkların, yetişkinlikte erken ölüm ve sakatlık riskinin önlenmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca çocukluk çağında kazanılacak olan davranışlar yetişkinlik ve yaşlılık dönemini de etkilemektedir.

Yaş grupları detaylı incelendiğinde; erkeklerde 12-14 ve 15-18 yaş gruplarında hiç egzersiz yapmayanların oranı sırasıyla %41.4 ve %44.6 iken bu oranın 19-30 yaş grubunda %69.5, 31-50 yaş grubunda %73.2, 75 yaş üzeri grupta ise %83.7’ye kadar yükseldiği saptanmıştır. Kadınlarda da erkeklere benzer şekilde hiç egzersiz yapmayanların oranı yaşla birlikte artış gösterirken 12-14 yaş grubunda %69.8, 15-18 yaş grubunda %72.5, 19-30 yaş grubunda %76.6, 75 ve üzeri yaş grubunda ise %88 olarak gözlenmiştir. 

“Kronik Hastalıklar Risk Faktörleri Araştırması”na göre ülke genelinde kadınların % 87’si, erkeklerin ise % 77’sinin yeterli ölçüde fiziksel aktivite yapmamaktadır. 65 yaş üzeri bireylerle yapılan bir çalışmada ise bireylerin sadece %30’unun yürüyüş yaptığı belirlenmiştir. 

Fiziksel aktivitenin sağlığı koruyucu ve geliştirici etkisinin görülebilmesi günlük aktivitelerle beraber planlı, tekrarlı ve düzenli fiziksel aktivite yapılmasıyla mümkündür. 

Düzenli fiziksel aktivitenin sağlığımız üzerine etkileri temelde üç başlık altında incelenebilir:

1- Bedensel sağlığımız üzerine olan etkileri,
2- Ruhsal ve sosyal sağlımız üzerine olan etkileri,
3- Gelecekteki yaşantımız üzerine olan etkileri

1-Bedensel Sağlığımız Üzerine Etkileri
Fiziksel aktivitenin bedensel sağlığımız üzerindeki etkileri iki ana başlık altında incelenebilir.

A- Kas İskelet Sistemi Üzerindeki Etkileri:
Kas kuvvetinin korunması ve arttırılması,
Kas tonusunun korunması ve düzenlenmesi,
Vücut segmentlerini hareket ettiren aksi grup kaslar arasındaki dengenin sağlanması,
Kas - eklem kontrolünü arttırarak stabilitenin sağlanması,
Eklem hareketliliğinin korunması ve arttırılması,
Kas ve eklemlerin esnekliğinin korunması ve arttırılması (fleksibilite),
Hareket alışkanlığı ve fiziksel aktivite toleransının artması (kondisyon ve dayanıklılık),
Fiziksel aktivite içerisinde yapılan hareketlerin daha fazla tekrar sayılarında yapılabilecek oranda gelişmesi,
Reflekslerin ve reaksiyon zamanının gelişmesi,
Vücut düzgünlüğü ve postürün korunması,
Vücut farkındalığının gelişmesi,
Denge ve düzeltme reaksiyonlarının gelişmesi,
Yorgunluğun azaltılması,
· Kas kasılması ve aktivitenin etkisiyle kemik mineral yoğunluğunun arttırılması ve korunması osteoporozun önlenmesi,
Olası yaralanma ve kazalara karşı bedensel korunma geliştirilmesi.

  B- Diğer Vücut Sistemleri Üzerine Etkileri:
Kalbin dakikadaki atım sayısında azalma,
Kalbin boşluklarında genişleme sonucu bir atımda pompalanan kan miktarında artış,
Kalp ritminin düzenlenmesi,
Damar direncini azaltarak kan basıncının düzenlenmesi,
Damarların elastikiyetinin artması,
Yüksek kan kolesterol ve trigliserit düzeylerini etkileyerek damar hastalıkları riskini
azaltması,
Akciğerlerin havalanması ve solunum kapasitesinde artış, 
Düzenli fiziksel aktivite ile insülin aktivitesinin kontrolü ve kan şekerinin düzenlenmesi,
Vücudun su, tuz, mineral kullanımının dengelenmesi,
Enerji gereksinimini yağları yakarak karşılama alışkanlığı getirerek metabolizmayı
hızlandırmak ve kilo alımının önlenmesi.

2- Ruh Sağlığı ve Sosyal Gelişim Üzerine Etkileri
Kendini iyi hissetmesini sağlaması ve mutluluk oluşturması,
Depresyon ve kaygı bozukluğu riskini azaltması,
Sağlıklı kas, kemik ve eklem yapısı üzerine olumlu etkileri nedeniyle vücut düzgünlüğü ve farkındalığını geliştirerek bedeni ile barışık, özgüvenli bireyler yaratması,
İletişim becerilerini geliştirmesi,
Olumlu düşünebilme ve stresle başa çıkabilme yeteneğini geliştirmesi,
Benlik saygısı ve özgüvende artma
Zihinsel yetilerde düzelme
Sosyal ilişkilerde gelişme
Yorgunluk hissinde azalma 

3- Yaşlılık Üzerine Etkileri
Olası ani ve sistemik hastalıklar nedeniyle ölüm riskini azaltması,
Kanser gelişim riskini azaltması,
Aktif yaşayan bireylerde vücudun oksijen kullanma yeteneği arttığı için vücut direncinin artması ve enfeksiyonlara karşı koruma geliştirilmesi,
Kas- iskelet sistemini güçlü tutarak yaşlılıkta sık görülen düşmeler ve düşmelere bağlı kırık riskini azaltması,
Depresyon, anksiyete ile başa çıkma gücünü arttırması, bireylerin yaşamdan keyif almasını sağlaması,
Daha aktif ve sağlıklı bir yaşlılık dönemi geçirilmesini sağlaması,
Bulaşıcı olmayan hastalıkların ve depresyonun azaltılması, kemik sağlığı, kas kuvveti ve kardiorespiratuvar kapasitesinin geliştirilmesi için yetişkin bireylerde her gün en az 30 dakika orta şiddetli fiziksel aktivite yapılması gerekmektedir. 5-17 yaş grubunda ise her gün en az 60 dakika orta şiddetliden şiddetliye doğru giden fiziksel aktivite yapmalıdır. 
Orta şiddetli aktivitelere örnek olarak; hızlı yürümek, düşük tempolu koşular, dans etmek, ip atlamak, yüzmek, masa tenisi, yavaş tempoda bisiklet sürmek verilebilir. 
Konuyla ilgili detaylı bilgilere www.beslenme.gov.tr adresinden ulaşılabilirsiniz.  

İstanbul Halk Sağlığı Müdürlüğü

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...