30 Nisan 2014

KORUYUCU HİZMETLER VE AİLE HEKİMLİĞİ


 ''Dünya üzerinde insan sağlığının ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat bunu anlayabiliyormuyuz, sağlıklı iken bunun ne kadar farkındayız orası şüpheli.''



Dr.Muhterem KOLAY
İZAHED (İzmir Aile Hekimleri Derneği) BAŞKANI

Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.

Hasta olduğumuz zaman yapılacak tedaviler, rehabilitasyon hizmetlerinin bütçemize yaptığı hasarı ve bir çok konuda sağlığın eski haline döndürülememesi düşünülünce, koruyucu sağlık hizmetlerinin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Koruyucu hizmetler denince de akla birinci basamak sağlık hizmetleri gelmektedir.İş birinci basamak olunca da Aile Hekimliği ön plandadır.
 Aile hekimliği sisteminin gerçek anlamda çalıştırılması hem ülke bütçesi için hem de insanlarımızın sağlıklı yaşama sürelerini uzatma anlamı taşımaktadır. İnsan ömrünün ortalama 70’ li yaşlar olduğunu düşünürsek, yaşlanmaya başlayan nüfusumuz için sağlıklı yaşamak ve sağlıklı yaşlanmanın ne büyük nimet olduğunu elbette anlıyoruz, ileriki yıllarda daha iyi anlayacağız.
Ülkemizde aile hekimliğine geçilmesi ile birlikte aile hekimi, ebe ve  hemşire arkadaşlarımızın gayretleri ile koruyucu hizmetlerin kalitesinde anlamlı oranda bir yükselme olmuş ve anne ölümü, bebek ölümü, aşılama oranları gibi bir çok göstergelerimiz anlamlı oranlarda yükselmiştir. Bu seviyeler yeterlimidir, elbette daha ileri seviyelere taşımak için çalışmalıyız.

. Günümüzde aile hekimlerinin yükünün büyük çoğunluğunun koruyucu hizmetlerden çok tedavi hizmetleri olduğunu görüyoruz.

Bir hekim yılda 12.000 poliklinik yapmak zorunda kalıyor. Bunun anlamı ise sadece poliklinik hizmeti ile bir hastaya maksimum 8 dakika ayırabiliyor demektir. Bunun yanında gebe,bebek,çocuk izlemleri, kanser izlemleri, obezite izlemleri, belli yaş guruplarının izlemleri, rapor hizmetleri, evde sağlık hizmetleri vs. leri de kattığımızda bir kişiye ayrılabilecek sürenin 5 dakikanın altında olduğu görülmektedir.

.Hizmetin çeşitliliği elbette önemlidir ancak önemli olan, faydalı ve işe yaraması, kalitesinin iyi olmasıdır.


Çok çeşitli hizmet verilmeye çalışılıp bunlardan istenen sonucun alınmamasından ziyade, yapılabilecek kadar hizmet çeşitliliği oluşturup sağlıklı ve istenen sonuçların alınması önemlidir. Ülkemiz koşullarında bir aile hekimine düşen nüfus 3500 ler civarında iken, sistemdeki mevcut personelin hazırdaki işleri yapmakta zorlandığını düşünüldüğünde en azından hekim doygunluğu oluşuncaya kadar aile hekimlerinin hizmet yükünü arttıracak yeni uygulamalardan kaçınarak, yapılan işlerin verimli ve kaliteli olmasına olanak sağlanmalıdır. Ortaya çıkan her işi, açıkta olan her görevi aile hekimliği üzerinden yapmaya çalışmak, iş yükünü artırmak yapılan hizmetlerin kalitesini düşürmekten öteye bir anlam taşımayacaktır. Ayrıca çalışanlar üzerinde fazla yük onların stresini arttıracağından, yılgınlık ve bıkkınlığa yol açacaktır.

. Aile hekimliği ülkemiz için faydalı ve koruyucu sağlık hizmetlerinin esas uygulama noktalarıdır.


Koruyucu hizmetin kalitesi ve verimli uygulanması da gelecek için çok önemlidir. Aile hekimliğinin iş yükünün hesaplanarak, bu gün için kaliteli ve verimli olmayacak hizmetlerin yürürlüğe konulmaması, çalışanların moral motivasyonlarının yüksek tutulmasının öneminin gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Gönüllü ve yüksek moral ile yapılan işlerin kalitesi ve amaçlanan sonuçları elde etme oranı her zaman yüksektir. Bu amaçla sağlıklı toplum sağlıklı yaşam, sağlıklı yaşlanma hedefimizi yerine getirirken, sağlık çalışanlarının da sağlıklı çalışma, sağlıklı yaşama ve sağlıklı yaşlanma haklarını gözetmek sistemin başarısı için şarttır.


Kaynak : Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 /51.sayısından




“Bilim akciğer kanserini önce kronikleştirecek, sonra yenecek”



Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kanser görülme sıklığında artış yaşanıyor. Uluslararası Kanser Ajansı dünya nüfusunun artışına ve nüfustaki yaşlanmaya bağlı olarak 2025 yılında toplam 19,3 milyon yeni kanser vakası olacağını tahmin ediyor. TBMM Kanser Araştırma Komisyonu’nun 2011 yılında yayımladığı rapora göre, Türkiye'de yılda 150 bin yeni kanser vakası ortaya çıkıyor. Rapora göre kanser vakalarının yaklaşık yüzde 10'u genetik faktörlerden, yüzde 90-95'i ise çevresel faktörlerden kaynaklanıyor.



Doç. Dr. Ufuk YILMAZ
TAKD Başkanı
İzmir Dr. Suat Seren
Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Türkiye’de 50 bin akciğer kanseri hastası var
Türkiye’de, 2008 yılı istatistik verilerine göre akciğer kanserinde bir yıl içinde saptanan yeni akciğer kanserli olgu hızı, erkekler için yüzbinde 70, kadınlarda ise yüzbinde 8,4.Adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre, Türkiye’nin 2013 yılı toplam nüfusu 76 milyonun üzerindedir. Buna göre her yıl 30bin yeni akciğer kanserli hasta oluşmaktadır. Yeni akciğer kanserli hastaların 27.bininin erkek, 3bininin kadın hasta olacağını söyleyebiliriz. Her iki cinsiyette de 50 yaşından itibaren başlayan görülme sıklığındaki artış, 70’li yaşlarda zirve seviyesine ulaşmaktadır. 2012 yılı itibariyle, ülkemizde yeni ve eski akciğer kanserli 49.264 hasta bulunmaktadır.

Akciğer kanseri tedavisindeki son gelişmeler
Kanserin ilaç ile tedavisinde uzun zaman “ilacı uygula, etkiyi izle” stratejisi uygulandı.Bu uygulamalarda da genel durumu iyi olan hastalara benzer kemoterapi ilaçlarının verilirdi, etkinliği ise ancak 2-3 ay sonra anlaşılırdı. Bugün ise hangi hastaya hangi ilacın  iyi geleceğini , tedavi öncesi saptayabiliyor  durumda  olmamız önemli.Boğaz ağrısında, nasıl boğaz kültürü alınarak antibiyotik seçilebiliyorsak, artık  kanser tedavisi de böyle planlanıyor.  Bu nedenle bu testlerin yapıldığı merkezlerin yeterlilikleri değerlendirilmeli, geliştirilmeli  ve doğru hastanın doğru tedaviye ulaşabilmesi için doğru test sonucuna ulaşılması sağlanmalıdır

Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir


Her hastanın akciğer kanseri aynı tip değildir,aynı tip kanseri olan her hastanın da kanseri aynı değildir. Her tümör farklı özellikler içeren, farklı sayı ve tipte genetik değişikliklere sahip hücrelerden oluşur. Hastadaki tümöre özgü genetik özellikleri tespit edip, tümöre ait genetik imzayı saptamak ve tümörün imzasına uygun kişiye özel ilaçlar seçmek, her kişiye farklı ilaçlardan oluşan bir reçete ortaya çıkaracaktır. Bu reçetedeki ilaçlar, kanserin devamından sorumlu genetik hasarı hedefleyecek ve başarı şansımızı arttıracaktır.

Ülkemizde kansere bağlı ölümlerde akciğer kanseri ilk sırada yer alıyor.

Kişiye özel tedaviler bu geniş hasta grubundaki hastalar ve tedavileri arasında bir farklılık  sağlıyor. Araştırmalar sonrasında, örneğin adenokanser tipindeki akciğer kanserinin %75’inde genetik değişiklikleri artık biliyoruz. Bu genetik değişiklikleri tek tek veya onlarcasını bir anda tetkik edebiliyor ve genetik değişikliği saptayabiliyoruz. Böylelikle uygun tedavi seçeneklerini  seçebiliyoruz.  Bu şekilde seçilen ilaçlar ile elde edilen cevap oranları %70-80’lere kadar ulaşabiliyor. Bu önemli bir gelişme. Ayrıca bu ilaçların ağızdan alınan tablet şeklinde olması kullanım kolaylığı da getiriyor.

Maliyet ve yan etki daha düşük

Bu yeni nesil ilaçların, kemoterapi veya  ışın tedavisi gibi geleneksel tedavilerden en önemli farklarından biri tablet formunda olması. Hastaneye bağımlılığı minimuma indirdiği için kanser tedavisindeki dolaylı maliyet azalmaktadır. Yan etki profili genellikle daha iyi tolere edilebilecek düzeydedir. Bulantı-kusma gibi hastayı üzebilecek yan etkiler oldukça azdır.

Son gelişmeler hastalara geleceğe dair umut veriyor

Hedefe yönelik ilaçları şimdilik daha çok, akciğer kanserinin adenokanser alt grubunda kullanıyoruz. Ancak, diğer akciğer kanseri tiplerinde etkili ilaçların araştırmaları devam etmektedir. Bilim önce akciğer kanserini kronik bir hastalık haline getirmeyi başaracak, sonra onu yenecek. Ben bunları uzak görmüyorum. Ciddi uzamış yaşam sürelerini yakın gelecekte duyabileceğimizi düşünüyorum.

Evre 4 akciğer kanseri tedavisinde genetik değişikliklere uygun olarak hedefe yönelik ilaçlar seçildiğinde ortalama yaşam süreleri 2 yıla kadar uzamaktadır. Bazı merkezlerde ortalama yaşam sürelerinin 4 yıla kadar uzadığı bildirilmektedir. Tedavide kullanılan cerrahi, radyasyon (ışın) ve ilaç gibi geleneksel tedaviler konusunda da son yıllarda sağlanan gelişmelerin hastalar açısından sevindirici.

Gelişen anestezi ve cerrahi teknikler başarılı ameliyat oranını arttırırken, yeni cihazlar ile tedavi planlamalarının düzelmesi ışın tedavileri ile elde edilen sonuçlarda iyileşme sağladı. Robotik cerrahi uygulamaları yanında video yardımlı torakoskopik akciğer rezeksiyon operasyonları ile ameliyat sonrası süreçte hastanede kalma süreleri önemli ölçüde azaldı. Işın tedavisinde tümörün yerinin daha iyi tespit edilmesi ve solunum kontrolünü sağlayan cihazlar normal organların ışından daha iyi korunmasını sağladı.



Popüler Sağlık Dergisi Mart-Nisan 2014 51.Sayısından

"Fetal Hayattan Çocukluğa İlk 1000 gün boyunca en önemli olan dönemlerden biri lohusalık dönemi ve laktasyondur. "

Bebek ve çocuk ölümlerini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen birçok faktör vardır. Dünya genelinde, beş yaş altı ölümlerin %50’den fazlasında yetersiz beslenmenin katkısı olduğu tahmin edilmektedir. UNICEF, bebek ve çocuk ölümlerini azaltmanın en önemli yollarından birinin bebeklerin yeterli sürede ve uygun biçimde emzirilmesi olduğunu belirtmektedir.


Bebeklerin emzirilmesi çocukların büyüme ve gelişmesine katkıda bulunan en önemli unsurlardan biridir. Besin teknolojisindeki önemli gelişmelere rağmen, anne sütü bebek için en uygun besin olma özelliğini devam ettirmektedir.

Anne sütü tüm besinleri içerir.

Anne sütü, bebeğin yaşamının ilk altı ayında gereksinimi olan tüm besinleri içerir. Ayrıca temizdir, her zaman uygun ısıdadır ve anne ile çocuk arasında yakın bir bağ oluşmasını sağlamaktadır. Bunlara ek olarak, annenin antikorları aracılığı ile bebeğin hastalıklara karşı korunmasını sağlamakta ve beslenme bozukluklarının ve gıda kaynaklı enfeksiyonların sıklığını azaltmaktadır. Bu nedenle, bebeğe doğum sonrası en erken dönemde anne sütü verilmeye başlanması ve anne sütünün ilk altı ay tek başına, iki yaşına kadar ek besinlerle birlikte verilmesi önerilir.

Emzirme ve anne sütü ile beslenmenin bebek, anne ve topluma nutrisyonel, immunolojik, gelişimsel, sosyal ve ekonomik birçok yararı olduğu bilinmektedir. Emzirme ve anne sütü alımı bebeğin yalnızca o andaki sağlığını etkilemekle kalmayıp uzun dönemde de tip-1 diyabetes mellitus, çölyak hastalığı ve inflamatuar barsak hastalığı sıklığını azaltmakta, kolesterol ve kan basıncı düzeylerini düşürmektedir. Emzirmenin bu uzun dönem yararları yalnız kişisel değil toplumsal anlamda da önem taşıdığından sağlık politikamızın bir parçası olarak emzirme desteklenmektedir. Ancak emzirmenin desteklenebilmesi için doğum yapacak kadınların doğumdan önce emzirme konusunda yeterli bilgi sahibi olması ve emzirme konusunda istekli olmalarını sağlamak gereklidir. Her ülkenin kendi sosyoekonomik ve kültürel alt yapısına uyan önlemler alması ve bunun için de toplumda gebelerin emzirme konusundaki bilgi ve düşüncelerinin değerlendirilmesi ve emzirme durumunun belirlenmesi önem taşır.

Annelerin anne sütü konusundaki bilgi gereksinimleri var


Türkiye’de bebeklerin hemen hepsinin bir süre emzirildiği ve ortalama  emzirme süresinin 16 ay dolayında olduğu bilinmektedir. Buna karşılık, bebeklerin yaklaşık dörtte birine anne sütünden önce başka bir gıda verilmekte ve hemen hepsine altıncı aydan önce ek gıdalara başlanmaktadır. Bu bilgiler, Türkiye’de emzirmenin yaygın bir davranış olduğunu, ancak bebekler uzun dönem emziriliyor olmasına karşın, annelerin ilk emzirme zamanı, emzirme öncesi sıvı ve mama verilmesi, sadece anne sütü verilmemesi ve ek gıdaya erken ya da geç dönemde başlanması gibi konularda bilgi gereksinimleri olduğu ortaya koyulmuştur. Çalışmalar doğru emzirme konusunda annelerin bilgi ve motivasyonlarının yeterli olmadığını düşündürmektedir. Bebeğin sadece anne sütü ile beslenmesindeki başarı, annenin emzirmeye yönelik düşünce ve inançlarına, anne sütü konusundaki bilgisine, bebeğin ve annenin sağlık durumuna, doğduktan sonraki ilk saatlerde ve günlerde beslenme durumuna, doğum hemşiresinin laktasyonu sağlamaya yönelik prenatal ve postpartum girişimlerine ve annenin laktasyon dönemindeki beslenmesine bağlıdır.

Sonuç olarak; annelerin anne sütü konusundaki bilgi durumunun yükseltilmesi, doğum öncesi dönemde anne sütü konusunda sağlık personeli tarafından bilgilendirilmeleri halinde ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenme oranlarının artacağı yönündedir. Yapılan bireysel görüşmelerde anneler; doğum sonu ücretli izin süresinin kısa olduğunu, ekonomik nedenlerle istedikleri kadar ücretsiz izin alamadıklarını, bebeğin anne sütü ile beslenmesinde ve bakımında sıkıntı yaşadıklarını, süt izni süresinin yetersiz olduğunu, iş yerinde süt sağma ve emzirme için koşulların uygun olmadığını, işe başlarken bebeğin bakımı ve beslenmesi konusunda endişe yaşadıklarını dile getirmektedirler.

29 Nisan 2014

Cushing Hastalığı ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Her yıl yaklaşık bir milyon kişiden bir veya ikisini etkileyen Cushing Hastalığı en çok 20 – 50 yaş arası yetişkinlerde görülüyor.Hastalık; diyabet, osteoporoz ve buna bağlı kemik kırıkları, hipertansiyon, enfeksiyon, böbrek taşı ve kısırlık gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olabiliyor.

Araştırmalar kadınların Cushing Hastalığına yakalanma ihtimalinin erkeklerden 3 kat daha yüksek olduğunu gösteriyor.Tanı konulmadığı takdirde Cushing Hastalığı ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor ve ölüm riskini artırıyor.


Türkiye Endokrinoloji Metabolizma Derneği Başkanı Prof. Dr. A.Sadi Gündoğdu 8 Nisan Cushing Hastalığı Günü nedeni ile yapılan basın açıklamasında; Cushing Hastalığının nadir görülen, birçok komplikasyona neden olabilecek ciddi bir hastalık olduğuna dikkat çekti.

“Cushing Hastalığı”beynin altında bulunan hipofiz bezinden aşırı ve kontrolsüz,  ACTH adı verilen hormonun salgılanması sonucu oluşan bir hastalıktır.

Her yıl yaklaşık bir milyon kişiden bir veya ikisini etkileyen Cushing Hastalığı’ı en çok 20 – 50 yaş arası yetişkinlerde görülmektedir. Görünür dış semptomlara ek olarak bu hastalığın; diyabet, osteoporoz ve buna bağlı kemik kırıkları, hipertansiyon, enfeksiyonlara yatkınlık ve kısırlık gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olmaktadır. Cushing Hastalığı mortalite riskinin nüfus geneline göre 4 kata varan oranda artmasıyla ilişkilendirilmekte olup, kadınlarda erkeklere oranla 3 kat daha sık görülmektedir.

Cushing hastalığı çok çeşitli belirti ve eşlik eden hastalıklara yol açtığı için genellikle doğru tanı konulması gecikmektedir.

Erken tanı  şeker hastalığı, osteoporoz, kalp damar hastalıkları, hipertansiyon, kanama riskini önlemesi bakımından hayati önem taşımaktadır. Tanı geciktiği takdirde hastalığın sebep olduğu, komplikasyonlar ağırlaşarak ölüm riskini arttırmaktadır. 


Tıbbi olarak “Cushing sendromu” adını verdiğimiz kortizol yüksekliği ayrıca böbrek üstündeki bir adenomdan ya da çok daha nadir olan bazı kanser olgularında görülebilmektedir. Ayrıca uzun süre yüksek dozda kortizol içeren ilaçların kullanılması sonucu da Cushing sendromu oluşabilmektedir. 

Bu gibi belirtileri olan hastaların ayırıcı tanı yapılmak üzere bir Endokrinoloji uzmanı tarafından değerlendirilmesi gerekir. Cushing hastalığın tedavisinde; cerrahi (ameliyat) ilaç tedavisi ve bazı durumlarda  ışın tedavisi  uygulanmaktadır.


25 Şubat 2014

BU BELİRTİLER BEYİN TÜMÖRÜNE İŞARET OLABİLİR!

Beyin tümör metestazları

Beyin tümörlerinin görülme sıklığının 100 bin’de 14,5. Bizim nüfusumuza eşdeğer olan bir ülkede yılda yaklaşık 10 bin yeni tümör olgusu ilave olmaktadır. Beyin tümörlerinin en sık görülen tipi metastazlardır. Bunlar beynin kendi tümörlerine oranla dört kat daha fazla görülmektedir. Özellikle en sık beyne metastaz yapan tümörlerde akciğer kanserleri ilk sırada yer alırken meme kanseri de ikinci sıradadır. Hastalara yapılan Manyetik Rezonans görüntülemede ya da çekilen filmlerde kitle tespit edilmesi halinde hastalar derhal beyin cerrahına sevk edilir. Beyin cerrahı öncelikle hastanın nörolojik durumunu değerlendirir hastayı ameliyat için hazırlar.Bazı tümörler balon gibi büyür ve etraf dokuları iteler, bazıları ise etraf dokuyu işgal ederek ahtapotun kolları gibi beyne girer. Nasıl büyüdükleri tümör tipine bağlıdır.

Mikrocerrahi tedavi en başarılı yöntem

Beyin tümörlerinde mikrocerrahi tedavi yöntem gerek iyi huylu gerekse kötü huylu olsun her tümör tipinde ilk ve en başarılı tedavi yöntemi olmaya devam etmekte. 1980’den sonra Bilgisayarlı Tomografinin (CT) ve 1990’lardan sonra ise Magnetik Rezonansın (MRI) yaygınlaşmaya başlaması ile tanı koymada kolaylık sağlamakta. Navigasyon (beyin içinde yön bulma) yöntemleri ile ameliyat öncesi yapılacak cerrahinin planlanması ve tam doğrulukla lezyonun bulunması sağlanmıştır. Ameliyat esnasında kullanılan yöntemlerle hastaların tümörlerinin tama yakın çıkarılması sağlanmıştır. Bu yöntemlerin İntra operatif (ameliyat esnasında) MRI, CT ve Ultrason kullanımları ile ameliyat esnasında elektriksel uyarılar yapılarak beyin haritalanmasının yapılmasıdır.

Yeni tekniklerin avantajları


Özellikle beyinin kendi dokusundan kaynaklanan tümörlerin (bazı glial tümörler) normal beyin dokusundan ayırmak mikrocerrahi yöntemlerde dahi mümkün olmayabilir ya da bir kısım tümör normal doku ile örtülüp görülmeyebilir.Bu nedenle bu dokuların görülebilmesi ameliyat esnasında yapılan MRI ya da ultrason ile sağlanmaktadır.
2011’den beri Intraoperative Imaging Society Derneği’nin üyesi ve bu 2 yöntemi de kullanan bir beyin cerrahı olarak iki yöntemin de birbirine üstünlükleri bulunmakta olduğunu ifade edebilirim. İntraoperatif MR oldukça pahalı bir yöntem olduğu için yaygınlaştırılması oldukça zor olup İntraoperatif ultrason ise çok rahatlıkla her hastanede kullanılabilecek bir yöntemdir. Bu yöntem ile kemik açıldıktan sonra tümörün yerinin bulunması oldukça kolaydır ve ameliyat esnasında kalan tümör olup olmadığı ultrason ile ortaya konulabilir.
Ameliyat esnasında beyin haritalanması yöntemi ise beynin fonksiyonel önemli bölgelerinin ortaya koyulup yapılacak ameliyat esnasında tümör çıkarılırken nerede durmamız gerektiğini bize söyler bu sayede güvenli bir şekilde en geniş tümör çıkarımı sağlanabilir. Tümör ne kadar fazla çıkarılabilirse o kadar az, diğer tedavi alternatiflerine ihtiyaç duyulur. İyi huylu ve bazı az dereceli kötü huylu tümörlerde cerrahi ile total çıkarım sağlanabilir ve bu olgularda başka tedaviye gerek kalmaz. Eğer tümör bası yaparak hastada felç ve şuur bozukluğu yapıyorsa genellikle tümörün beynin o bölgesini işgal değil de itmiş olması istenir bu sayede hastanın felç gibi olan nörolojik problemleri ameliyattan sonra düzelebilir.

Cerrahi Sonrası Takip

Ameliyat sonrasında cerrah olarak tümör hakkında bir fikre varabilineceğini ancak patolojinin tam sonucu vermesi için birkaç gün beklemek gerekir.Eğer iyi huylu ve tam çıktı ise aralıklı kontroller hastanın takibinde yeterli olmaktadır. Bazı tümörler için radyoterapi (ışın tedavisi) yapılır. Eğer bu işlem yapılacaksa hasta radyasyon onkolojisi uzmanına yönlendirilmelidir. Eğer kemoterapi yapılması gerekiyorsa hasta tıbbi onkoloji uzmanına yönlendirilmelidir. Eğer tümör vücudun başka yerinden yayılan tip ise yani metastaz ise o zaman tümörün kaynağı bulunmaya çalışılır. Bu kadar detaylı olarak cerrahi tedaviden bahsetmenin sebebi, cerrahi ile iyi huylu beyin tümörlerde tam tedavi sağlanması ve kötü huylu beyin tümörlerinde de hastaların problemsiz sağkalım sürelerinin iyi cerrahi sonrasında uzadığının bilimsel olarak ortaya konmuş olmasıdır.

Tip 2 Diyabette Hareketsizlik Alarmı



Hareketsiz Tip 2 Diyabet hastalarında görülen kalp ve damar rahatsızlıklarının ölüme sebep olma riski %70 daha fazla.


Düzenli fiziksel aktivite yapmanın obezite, yüksek tansiyon, depresyon, tip 2 diyabet, kemik erimesi, kolon kanseri, meme kanseri gibi birçok hastalık riskini azalttığı biliniyordu. Yapılan yeni bir çalışma ise tip 2 diyabet hastalarında, fiziksel aktivitenin kalp ve damar rahatsızlıkları görülme riskini azalttığını ortaya koydu. Fiziksel aktivite seviyesi düşük olan tip 2 diyabet hastalarında kalp ve damar rahatsızlıklarının ölüme sebep olma riski %70 daha fazla. 


İsveç’in Diyabetoloji Topluluğu (Swedish Society for Diabetology-Swedish National Diabetes Register) tarafından yapılan ve European Journal of Preventive Cardiology tıp dergisinde yayınlanan araştırmada, yaşları ortalama 60 olan 15.462 diyabet hastası 5 yıl boyunca izlendi. Araştırmanın sonucuna göre, düşük fiziksel aktivite seviyesine (hiç ya da haftanın 1 ya da 2 günü hafif egzersiz) sahip olanlar, daha yüksek fiziksel aktivite seviyesine sahip olanlara oranla, yüzde 25 daha fazla kalp ve damar rahatsızlıklarına yakalanma riskine sahipken, kalp ve damar hastalıklarının  ölüm ile sonuçlanmasında ise %70 daha fazla risk altında.

Araştırmacılar çalışma ile ilgili, “Düzenli fiziksel aktivite diyabet hastalığı yönetiminin çok önemli bir parçasıdır ve bu çalışma daha kaliteli bir yaşam tarzı için düzenli fiziksel aktivitenin önemini vurguluyor,” yorumunu yaptı. 
Araştırmanın yürütücülerinden Dr. Björn Zethelius ise araştırma sonuçlarını şu şekilde değerlendirdi; “Çalışmanın sonuçlarından alınacak mesaj belli; hareketsiz bir yaşam tarzından kaçınmalı ve hayatlarımıza fiziksel aktiviteyi dahil etmeliyiz. Diyet yapmanın yanında fiziksel aktivite de tip 2 diyabet hastalığının tedavisinin temel taşlarından biridir.”
  
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız araştırmanın sonuçlarını şöyle yorumladı:
“Bir salgın hastalık olarak diyabet dünyada 382 milyon insanı etkiliyor ve her altı saniyede bir kişi diyabete bağlı nedenlerle kaybediliyor. Diyabetik hastalarda sağlıklı bireylere göre dört kata varan oranda fazla görülen kalp ve damar hastalıkları en sık ölüm nedeni. Şeker bozukluğu yanında şişmanlık, hipertansiyon ve kolesterol yüksekliği de bu durumu tetikliyor. Oysa bu ölümlerin önemli bir kısmı diyabetik hastaların tedavilerinin iyileştirilmesiyle önlenebilir. 

İsveçli araştırıcıların yaptığı bu çalışmanın sonuçları fiziksel aktivite düzeyi düşük olan diyabetik hastalarda 5 yıllık takipte ölüm oranlarının fiziksel aktivite düzeyi daha yüksek olanlara göre %70’e varan oranlarda artmış olduğunu gösteriyor. 15.462 hastanın verilerinin değerlendirildiği oldukça geniş çalışmanın bir diğer önemli sonucu 5 yıllık takip süresinin başında hareketsiz olup sonradan daha hareketli olan hastalarda da ölüm riskinin azalıyor olması. Birçok çalışma diyabette düzenli fiziksel aktivitenin kan şekeri, kan basıncı, kolesterol düzeyleri ve vücut ağırlığında iyileşme sağlayarak diyabet ilişkili kalp, göz, böbrek ve sinir hasarı riskini azaltabileceğine işaret ediyor. Orta şiddette aerobik egzersiz insülin direncinde düzelme ile ile kas dokusunun şeker kullanımını 20 kata varan oranda artırabiliyor.”

Düzenli fiziksel aktivitenin, beslenme planı ve ilaç tedavisi ile beraber diyabet yönetiminin çok önemli bir parçası olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız, diyabetik hastalara haftada 150 dakikalık aerobik aktivite (örneğin haftanın 5 günü 30 dakika tempolu yürüyüş) ile birlikte hastaya doktoru tarafından özel planlanmış kuvvet ve esneklik egzersizleri tavsiye ediyor.

02 Aralık 2013

MİDE KANSERİ TEŞHİSİNDE GEÇ KALMAYIN!


Sindirim sistemi denildiğinde ilk aklımıza gelen rahatsızlıklar gastrit ve reflüdür. En sık karşılaştığımız hastalıklar bu ikisi olmasına rağmen bunlarla benzer belirtiler veren tehlikeli bir hastalık daha vardır; Mide kanseri. 


Opr.Dr.Mücteba Gündüz
Genel Cerrahi Uzmanı

Bu sebeple mide kanserinin teşhisi hayati öneme sahiptir. Mide kanseri en sık görülen sindirim sistemi kanseridir. Mide kanseri erken dönemde hiç belirti vermeyebildiği gibi daha sonraki dönemlerde gastrit, ülser ve reflüden ayırt edilemeyecek şikayetlerle karşımıza çıkabilir. Bu belirtiler arasında şişkinlik, hazımsızlık, bulantı, kusma ve karın ağrısını sayabiliriz. Mide kanseri ancak çok ileri safhalarda kilo kaybı, şiddetli karın ağrısı ve önlenemeyen kusma gibi kendini diğer hastalıklardan ayırt eden şikayetlere neden olur. Artık bu dönemde hastalık ilerlemiştir ve etkin bir tedavi şansı yoktur.


Erken evrede belirlenen mide kanserinde iyi bir cerrahi tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Bu sebeple bireylerin taramaya girmeleri konusunda gelişme kaydetmemiz gerekmektedir. Bu taramalar gelişen endoskopik yöntemlerle kolaylıkla ve yüksek doğruluk oranı ile yapılabilmektedir. Özellikle sindirim sistemi kanserlerinde yeterli tedavi erken teşhis ile sağlanabilmektedir. 


STRES VE YOĞUN İŞ TEMPOSU STRESE VE YEME BOZUKLUĞUNA BAĞLI HASTALIKLARI DA TETİKLEMEKTEDİR.

Çağımızın getirdiği stres ve yoğun iş temposu strese ve yeme bozukluğuna bağlı hastalıkları da tetiklemektedir. Ülser ve reflü bu hastalıkların başında gelmektedir. Reflü hastalığında temel tedavi beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi ve ilaç tedavisidir. Cerrahi tedavi ise ilk seçenek olmamakla birlikte başarılı bir tedavi yöntemidir. Ameliyata hastanın tedaviye verdiği yanıt ve hastanın bireysel özellikleri göz önüne alınarak karar verilmelidir.  Ülserin tedavisi ise gastroskopi ile ülserin özellikleri detaylı olarak saptandıktan sonra ilaç tedavisi ile yapılmaktadır. Artık günümüzde ülser nedeni ile neredeyse hiç ameliyat yapılmamaktadır. Modern ilaçlar ülser tedavisinde oldukça başarılıdır. Ülser nedeniyle ameliyat ancak durdurulamayan kanama ve delinme ülser komplikasyonları geliştiğinde yapılmaktadır. Burada önemli olan hastanın mutlaka bir hekim kontrolünden geçmesidir. Mide kanserinin belirtileri bazen ülser veya reflü ile tamamen benzer olabilmekte ve teşhis ve tedavi konusunda geç kalınabilmektedir 



MİDE KANSERİ, KANSERDEN ÖLÜM SIRALAMASINDA 2. SIRADA 

Ülkemizde mide ve kalın bağırsak kanserleri en sık görülen kanser türleri arasında bulunuyor. Mide kanseri dünyada en sık görülen 4. kanser türüdür ve Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre de kanserden ölümlerin en sık 2. nedenidir. Kırk yaşını aşmış ve herhangi bir mide şikayeti olan kimselerin mutlaka gastroskopi yaptırmaları gerekmektedir. Kilo kaybı, tekrarlayan kusma, yutma güçlüğü, kanama ve kansızlık gibi alarm verici belirtileri olan kişilere yaşları ne olursa olsun gastroskopi yapılmalıdır. Ayrıca ailesinde mide kanseri öyküsü olanların belli aralıklarla bu tetkiki tekrarlamaları gerekmektedir. Ancak bu şekilde yapılan endoskopilerle hastalığın erken yakalanması mümkün olabilmektedir. 




“Mide kanserinin oluşumunda beslenme çok önemli bir etkendir.


Sebze ve meyveden fakir diyet, kurutulmuş, tütsülenmiş ve tuzlanmış gıdalar, gıdaların bileşimindeki nitratlar, A ve C vitamini eksiklikleri önemli risk faktörleridir.  Erkeklerde kadınlara göre iki kat daha sık görülür. Sigaranın da bir risk faktörü olduğu bilinmektedir. Yaşanılan coğrafi bölge de mide kanseri gelişimde etkilidir. Hastalığın erken dönemde özel bir belirtisi yok. Daha çok midede ekşime, yanma, ağrı gibi diğer mide hastalıklarına benzerdir. Bu belirtiler ülser, reflü ve gastritte de görülebilir. Hastalık geç teşhis edildiğinde tedavi şansı azalmaktadır. İleri evrede cerrahi tedavi yapılsa da hastalıktan kurtulma şansı düşmektedir. Erken dönemde tanısı konan hastaların önemli bir kısmı cerrahiyle şifa bulabilmektedir. Bu oran gastroskopinin tarama yöntemi olarak kullanıldığı ve bu şekilde erken tanının yapılabildiği Japonya gibi ülkelerde yüzde 70-80'e çıkmaktadır. Bu sebeple tarama ve testler hastalığın teşhisi için çok önemlidir.


MİDEMİZ ASİT FABRİKASI 

Diğer bazı maddelerle birlikte mide boşluğuna salgılanan hidroklorik asit, protein ve yağların sindirimi, B12 gibi önemli vitaminlerin emilimi ve bağırsaklarda bulunan bakterilerin mideye geçmeleri halinde yok edilmesi için gereklidir. Mide yüzeyindeki hücreler mukus denilen tükürük benzeri bir madde ile mide yüzeyini kaplayarak üretilen aside karşı mekanik bir bariyer oluşturur. Ayrıca bu hücrelerin ürettiği bikarbonat maddesi asidi nötralize ederek kimyasal bir koruma sağlar. Bu sayede mide kendi kendini sindirmekten korur.


ASİT İÇİNDE YAŞAYAN BAKTERİ 


Diğer bakterileri öldüren bu asidik ortamda, yaşayabilen özel bir bakteri bulunmaktadır; Helicobacter pylori. Gastrit, ülser, atrofik gastrit ve mide kanseri gibi hastalıklarda rolü olduğu bilinen bu bakteri ürettiği üreaz enzimi sayesinde çevresinde asitten korunmuş bir kalkan oluşturur. İnsanların %50’sinde bu bakteri bulunmaktadır. Hijyen koşullarının kötü olduğu temiz suyun bulunmadığı gelişmekte olan ülkelerde bu oran daha da yüksektir. Bu bakteri midenin asit üretimi daha da artırır. Ayrıca mide yüzeyini örten mukusun miktarını azaltıp kalitesini de bozarak midenin savunmasını zayıflatır. Zayıflayan savunma mekanizmaları artan asit ile birleşerek midede önce yüzeysel bir iltihaba yani gastrite neden olur. Bu durumun uzun süre devam etmesiyle daha sonra mide yüzeyinde ülser denilen yaralar açılır. Bu ülserler ardından mide kanamasına ve mide delinmesine yol açabilir. Bu bakteri özel ikili ya da üçlü antibiyotik tedavileri ile yok edilebilmektedir. Saydığımız tüm hastalıklarda rol oynayan bu bakterinin tespiti ve tedavi ile yok edilip edilmediğinin belirlenmesi önemlidir. H.pylori kan testi, nefes testi veya endoskopiler sırasında alınan biyopsi örneklerinde tespit edilebilmektedir. Gastrit ve ülser tanısı içinse endoskopi şarttır. Ülser tedavisi günümüzde ilaçlarla yapılmaktadır. Bu tedavide asit üretiminin baskılanması ve Helicobacter pylori’nin eradikasyonu esastır. Ülserde ameliyat sadece komplikasyonların tedavisi ile sınırlıdır. Ülser ancak kanamaya veya midede delinmeye neden olmuşsa cerrahi müdahale yapılır. 



Zeynep Çetinkaya

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...