29 Şubat 2012

KARPAL TÜNEL SENDROMU MOUSE VEYA KLAVYE TUTAN ELLERİ SEVİYOR!

Ellerinizde ve bileklerinizde ağrı, hissizlik ya da uyuşukluk var mı? Bu yakınmalarınız özellikle geceleri sizi uyandıracak kadar şiddetleniyor mu? Eğer yanıtınız ‘evet’ ise dikkatli olun,  sizde genellikle klavye ve mouse’u sık kullanan kişilerde sık görülen ve tedavi edilmezse günlük hayatı oldukça kısıtlayan ‘Karpal Tünel’ sendromu olabilir”

Yrd. Doç. Dr. İbrahim Sun
International Hospital
Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı
 
Karpal Tünel Sendromu, el parmaklarının hareket etmesi ve hissinin sağlanmasında büyük rol üstlenen ve median sinir olarak adlandırılan yapının sıkışması sonucu ortaya çıkan bir hastalık. Sinir sıkışmaları arasında en sık görülen ‘Karpal Tünel Sendromu’ klavyede yazarken veya mouse kullanırken el bileğini sürekli bükülü pozisyonda tutan veya el bileğine sık sık yük binen işlerde çalışan kişilerde daha sık ortaya çıkıyor.Ellerde gelişen yakınmalarda mutlaka bir hekime başvurulmalı. Çünkü geç kalındığında sendrom ilerleyerek kaslarda güçsüzlüğe ve kas erimesi olarak bilinen atrofiye neden oluyor. Bunun sonucunda hasta yazı yazmak ve araba kullanmak gibi günlük aktivitelerini yapmakta büyük güçlük çekiyor, hatta poşet bile taşıyamaz hale gelebiliyor. Üstelik erken tanı konulduğunda ilaç veya fizik tedavi ile geçebilecek olan bu sendrom ilerlediğinde tek çözüm ameliyat oluyor.
 
KARPAL TÜNEL SENDROMU NEDİR?

Karpal tünel, bilek düzeyinde bulunan median sinirin geçtiği bir kanal. Boyun bölgesinden çıkıp bileğe kadar uzanan median sinir elde birçok kasın uyarılmasını üstleniyor. İşte bu kanal boyunca median sinir çeşitli nedenlerden dolayı el bileğinde basıya uğrarsa, sinir sıkışmaları arasında en sık görülen ‘Karpal Tünel’ Sendromu ortaya çıkıyor.

AĞRI GECE UYANDIRACAK KADAR ŞİDDETLİ OLABİLİYOR

Karpal Tünel Sendromu’nda hastalar en sık el ve bilekte, gece uykudan uyandıracak kadar şiddetli olabilecek ağrıdan yakınıyor. Parmaklarda uyuşma ve hissizlik de sinir sıkışmasının bir diğer tipik belirtisini oluşturuyor. Sinir sıkışması genellikle ilk 3 parmakta ve 4. parmağın yarısında, uyuşma ile ağrı sorununa yol açıyor. Bu sorun bazı hastalarda ise sadece 3 veya 2 parmakla sınırlı kalabiliyor. İlerleyen dönemde ağrı şiddetlenirken, uyuşma hissi de artıyor. Bunun sonucunda hasta araba kullanmakta, saçlarını taramakta, telefonla konuşmakta, yazı yazmakta, bardak, tabak veya poşet gibi nesneleri tutmakta, hatta kağıdı kavramakta bile büyük bir güçlük çekebiliyor.

EN BÜYÜK RİSK EL BİLEĞİNİ UZUN SÜRE BÜKÜLÜ TUTMAK

HER BEL AĞRISI FITIK DEĞİLDİR.

''Bel ağrısıyla ilgili doğru bilinen birçok yanlış var. Yanlış bilinenlerin yanında bir de yanlış uygulamalar var.''

Prof. Dr. İhsan ERTENLİ
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı
Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi

Erişkin yaş grubunda bel ağrısı sıklığı % 70-80’dir. Yani çoğumuzun hayatımızın bir döneminde beli ağrır. Ve yazık ki bel ağrısı ile halk arasında bilinenlerin çoğu yanlıştır. Her bel ağrısının bel fıtığı olduğundan uzun süre yatak istirahatının gerektiğine, film ve MR çekilmeden tanı koyulamayacağına, ameliyat olmadan iyileşme olmayacağına kadar birçok yanlış inanışın yanı sıra “bardak çekmek, sülük sarmak, bel çektirmek” gibi pek çok yanlış uygulama da sık gördüğümüz ve tehlikeli olabilecek uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çoğu hastaya beliniz ağrıyor mu? diye sorduğunuzda “evet benim bel fıtığım var” cevabını alırsınız. Oysa bel ağrılarının % 90-95’i “basit bel ağrısı” dediğimiz, mekanik olaylardan kaynaklı ağrılardır ve 4-6 hafta içinde ilaçla veya ilaçsız kendiliğinden geçer. Bel fıtığı, bel ağrısı nedenleri arasında yaklaşık % 5’lik bir grubu oluşturur. Bacak ağrısının eşlik ettiği veya daha baskın olduğu durumlara halk arasında “siyatik” denir, ki bu da aslında bir bel fıtığı bulgusudur. Yaygın inanışın tersine çoğu hastada ameliyat gerekmez, 4-12 hafta içinde iyileşme görülür. Ameliyat ancak ağır sinir basısına bağlı olarak güç-duyu kaybı olan durumlarda veya geçmeyen şiddetli ağrı varlığında gerekli olur.
 
“Alarm bulguları”


Bel ağrısı olan hastada “alarm bulguları” dediğimiz bazı bulgular bel ağrısının önemli olabileceği konusunda hekime ipucu verir. Hastanın yaşlı olması, ağrının travma sonrası ortaya çıkması, uzun süren şiddetli ağrı varlığı, ateş, kilo kaybı gibi infeksiyon varlığını veya sistemik hastalık varlığını düşündüren bulguların olması ve ”inflamatuar bel ağrısı” adını verdiğimiz tablonun görülmesi bel ağrısının önemli olduğunu ve ileri tetkikler ile araştırılması gerektiğini gösterir.

“Ankilozan spondilit” olabilirsiniz.

İnflamatuar bel ağrısı “ankilozan spondilit” dediğimiz ve omurgayı hareketsiz hale getiren hastalığın en önemli ve erken görülen bulgusudur. Erken teşhis ve tedavi ile uzun sakatlık gelişiminin engellenebilecek olması nedeniyle hastalığın erken tanısı çok önemlidir. Oysa bütün dünyada hastalığın iyi bilinmemesi nedeniyle tanıda ortalama 7-10 yıllık gecikme olmaktadır. Kırk yaşından önce başlayan, üç aydan uzun süreli, sinsi başlangıçlı, hareket ile azalan, istirahat ile artan, sabah kalkınca belde tutukluğu eşlik ettiği, gece sabaha karşı ağrının arttığı, yer değiştiren kalça ağrısın eşlik ettiği ağrı inflamatuar bel ağrısıdır ve araştırılması gerekir.





28 Şubat 2012

"Nadir" Hastalıklar Türkiye’de Milyonlarca İnsanı Etkiliyor

Tek tek bakıldığında çok az sayıda hasta olduğu için "Nadir" olarak nitelendirilen hastalıklar tüm dünyada 250-350 milyon insanı etkiliyor. Çoğunlukla genetik nedenlerden kaynaklanan bu hastalıkların yaygın görüldüğü ülkeler arasında Türkiye de yer alıyor. Türkiye'de nadir hastalıkların pençesinde yaklaşık 5 milyon insan olduğu tahmin ediliyor.

28 Şubat 2012, İstanbul. Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD)-Williams Sendromu, SSPE, CAPS, Fabry, Duchenne Kas Distrofisi, ADA Ciddi İleri Bağışıklık Eksikliği, Ailevi Akdeniz Ateşi ve daha niceleri... Büyük çoğumuzun adını bile duymadığı “nadir hastalıklar” olarak tanımlanan bu hastalıklar dünyada çok az sayıda insanda görülüyor. Avrupa Birliği tarafından 2.000 kişiden 1 kişiyi veya daha azını etkileyen hastalıklar “nadir” olarak kabul ediliyor. Dünya üzerinde halen 6.000-8.000 arasında nadir hastalık bulunuyor. Bugün dünyada 250-350 milyon insanın nadir hastalıklarla mücadele ettiği tahmin ediliyor. Türkiye’de ise yaklaşık 5 milyon kişinin nadir hastalıkların pençesinde olduğu tahmin ediliyor.

29 Şubat ’ta Nadir Hastalıklara dikkat çekiliyor!

Nüfusun genelinde nadir olarak rastlanan bu hastalıklara dikkat çekmek için takvimde de “nadir” olarak görülen 29 Şubat “Dünya Nadir Hastalıklar Günü” olarak kabul ediliyor. Tüm dünyada nadir hastalıklar konusunda farkındalığı artırmak, bu hastaların sorunlarına toplum ve karar verici otoriteler nezdinde dikkat çekmek için her yılın Şubat ayının son günü çeşitli etkinlikler düzenleniyor.

Nadir Hastalıklar Günü ilk olarak 2008 yılında 46 ülkede 502’den fazla nadir hastalık hasta derneğini temsil eden bir sivil toplum kuruluşu olan EURORDIS tarafından kutlandı. Uygulama, 2011'de 56 ülkeden hasta derneklerinin katılımı ile genişledi.

5 yaş öncesi çocuklarda ölüm oranı yüzde 30

Yüzde 80'i genetik nedenlerden kaynaklanan nadir hastalıklar genellikle kronik, ilerleyici, dejeneratif ve hayatı tehdit edici özelliklere sahip. Çoğunlukla hastanın vücut fonksiyon kontrollerini kaybetmesi nedeniyle hastaların yaşam kalitesi bozuluyor. Hasta ve ailesi için sıkıntılı ve acı verici bir sürece neden oluyor.

Genetik nedenlerden kaynaklanmayan diğer nadir hastalıklara enfeksiyonlar (bakteri veya virüs), alerjiler ve çevresel etkenler gibi farklı nedenler yol açabiliyor.Yüzde 75’i çocukları etkileyen bu hastalıklar 5 yaş öncesi çocuklarda yüzde 30 oranında ölüme neden oluyor.

Ölümlerin en büyük nedeni nadir hastalıkların erken teşhis edilememesi

Nadir hastalıklarda en önemli sorunlardan biri konuyla ilgili farkındalık ve bilgi düzeyinin düşüklüğü ve dolayısıyla erken teşhis edilememesi. Ayrıca, teşhis koymak için yeterli nitelikte ve sayıda laboratuar ve/veya ekipman olmaması da önemli bir sorun. Hastalar uygun kalitede sağlık hizmeti bulmakta, tedavi ve bakıma erişmekte güçlük çekiyorlar. Tüm dünyadaki nadir hastaların ancak yaklaşık yüzde 10'unun tedavi olanaklarına ulaşabildiği tahmin ediliyor. Bunun yanında nadir hastalıklar hakkında araştırma sayısının az olması da bu mücadeleyi zorlaştırıyor.

Acil adımlar atılmalı!

Uzmanlar Türkiye'nin ve dünyanın nadir hastalıklara karşı kapsamlı bir yaklaşım uygulaması gerektiğini vurguluyor. Bu kapsamda, uygun ulusal sağlık politikalarının geliştirilmesi, bilimsel araştırmalarla ilgili uluslararası işbirliğinin artırılması, yeni teşhis ve tedavi prosedürlerinin geliştirilmesi büyük önem taşıyor. Ayrıca toplumun konu hakkında bilinçlendirilmesi, hasta grupları arasındaki iletişimin güçlendirilmesinin yanı sıra bu hastalıkların tedavisinde kullanılacak ilaç ve tıbbi cihazlara erişimin artırılması önemli rol oynuyor.

İlaç Ar-Ge'si nadir hastalıkların tedavisi için çok önemli

Yenilikçi ilaç ve biyoteknoloji firmaları, insanlığın yaşam kalitesini yükseltecek yeni ilaç ve tedaviler geliştirmek amacıyla her yıl dünya çapında 120 milyar dolardan fazla Ar-Ge yatırımı yapıyor. Bu yatırımlar içinde, yaygın hastalık tedavilerinin yanı sıra nadir hastalıkların tedavisinde kullanılan yeni ilaçların geliştirilmesi çalışmaları da yer alıyor. Yeni ilaçlar milyonlarca insan için umut oluyor.









“HER 100 KADINDAN 70-90′INDA KANSIZLIK SORUNU VAR.”




TJOD Başkanı Prof.Dr. İsmail Mete İtil
TJOD Genel Sekreteri Prof.Dr. Cansun Demir

Kan, içerdiği hücreler ve maddelerle kalpten tüm organlara pompalanan ve organların oksijen ve besin maddesi ihtiyaçlarını karşılayan bir sıvıdır. Düzenli olarak aldığımız sıvı ve besin maddeleri kana geçerek organlara dağıtılır. Soluduğumuz havada bulunan oksijen akciğerlerden kana geçerek kalbe buradan da organlara ulaştırılır.Besinlerle alınan demir sindirim sisteminden kana geçtiğinde bazı taşıyıcılar tarafından alınır ve alyuvarların yapım yeri olan kemik iliğine götürülür. İhtiyaç fazlası ise çeşitli organlarda depolanır. Günlük ihtiyaç besinlerle karşılanamadığında bu depolardan faydalanılır.Demir depoları sonsuz bir kaynak değildir. Günlük alım yetersiz olduğunda veya ihtiyaç fazla olduğunda depolar tükenir ve alyuvarların üretimi aksamaya başlar.Üretim aksaması ilk başlarda vücudun alığı çeşitli önlemlerle giderilmeye çalışılır. Önlemler yetersiz kaldığında "kansızlık" yani demir eksikliğine bağlı olarak alyuvarların yetersiz üretilmesinden kaynaklanan durum vücutta çeşitli belirtiler vermeye başlar.

DEMİR EKSİKLİĞİNE BAĞLI KANSIZLIK BELİRTİLERİ


Doğurganlık çağındaki kadınlarda en sık görülen sorun olan kansızlık tedavi edilmediğinde ciddi sağlık problemlerine yol açabiliyor. Cildin sağlıklı rengini veren cilt altında bulunan kılcal damarlardır. Kansızlık durumunda cilt rengi kansızlığın şiddetiyle orantılı olarak soluklaşır.Kan hacmi azaldığında kalp organlara yeterli kanı ulaştırabilmek için daha fazla devir yapmak zorundadır. Bu nedenle kansızlık durumunda nabız daha hızlı atar, kalbin bu aşırı çalışması arada sırada düzensiz atmasına yani çarpıntıların ortaya çıkmasına neden olabilir. Kalp bu aşırı aktivite esnasında "yorulmaktadır". Bu aşırı aktivite ileri durumlarda kalbin büyümesine ve çok ileri durumlarda yetersiz kalmasına neden olabilir.

Kalbin yaptığı daha fazla devir, akciğerlerin de gerektiğinden daha fazla çalışmasına neden olur. Bu nedenle kansızlık durumunda nefes darlığı gibi belirtiler ortaya çıkabilir.Her ne kadar kalp ve akciğerler dokunun ihtiyacını karşılamak için normalden fazla yorulsalar da vücudun oksijen ihtiyacı çok iyi bir şekilde karşılanamamaktadır. Bunun sonucu olarak kansızlığı olan kişilerde halsizlik, güçsüzlük gibi belirtilere sık rastlanır.Vücut ısısının kontrolünde kanın işlevleri son derece önemlidir. Kanı az olan kişiler bu nedenle daha çok üşürler.

Yukarıdaki belirtilerin dışında demir eksikliği olan kişilerde görülebilen diğer belirtiler arasında en önemlileri ağız kenarında oluşan çatlaklar, tırnakların kolay kırılması sayılabilir. İleri derecede demir eksikliğinde toprak, buz, kireç, nişasta gibi maddeler yenebilmektedir.

KADINLARDA GÖRÜLEN KANSIZLIĞIN EN ÖNEMLİ NEDENİ “ AŞIRI ADET KANAMALARI”




Menoraji (aşırı adet kanaması) fazla miktarda (80 ml) ve/veya 7 günden uzun süren adet kanaması olarak tanımlanabilir. Aşırı adet kanaması hastanın yaşam kalitesini bozar. Ortalama 10 kadından biri, 36-40 yaşları arasında 4 kadından biri aşırı adet kanaması sorunu yaşıyor.
Menoraji nedenleri;
Myomlar
Yaş
Kan hastalıkları
Endometriyozis

Sigara ve alkol tüketimi

Stres olarak sıralanabilmekle birlikte hastaların büyük kısmında bir neden saptanamaz.

Demir eksikliği en çok kan kaybıyla ortaya çıkıyor.

Kadınlarda ortalama 13 yaşından itibaren menopoz dönemine kadar geçen süre içinde, her ay regl dönemlerinde kan kaybı olduğundan, doğurganlık çağındaki kadınlar, genellikle yaşamlarının bir döneminde bu sorunla karşılaşmaktadırlar.

Demir depoları sonsuz bir kaynak değildir. Günlük alım yetersiz olduğunda veya ihtiyaç fazla olduğunda depolar tükenir ve alyuvarların üretimi aksamaya başlar. Üretim aksaması ilk başlarda vücudun alığı çeşitli önlemlerle giderilmeye çalışılır. Önlemler yetersiz kaldığında "kansızlık" yani demir eksikliğine bağlı olarak alyuvarların yetersiz üretilmesinden kaynaklanan durum vücutta çeşitli belirtiler vermeye başlar.

Demir eksikliğine bağlı kansızlığın tanısı oldukça kolaydır. Yapılan bir kan sayımında hemoglobin ve hematokrit adı verilen değerlerin normalin altına inmiş olması ve alyuvarların ortalama büyüklüklerinin azalmış olduğunun gözlenmesi demir eksikliği anemisi tanısının konması için yeterlidir. Bazı durumlarda ve özellikle de kansız olması için bir nedeni olmayan kişilerde kansızlığın nedenini ve kaynağını araştırmak için daha ileri incelemelere başvurulması gerekebilir.


AŞIRI ADET KANAMALARI MUTLAKA TEDAVİ EDİLMESİ GEREKEN ÖNEMLİ BİR SAĞLIK SORUNUDUR
 

Türkiye’de erkeklerin %34’ü sertleşme sorunu yaşıyor.


40 yaş üstü erkeklerde bu oran %69,2. Sorun yaşayan erkeklerin sadece %64’ü doktora danışıyor.


İstanbul - Türk Androloji Derneği, sertleşme sorunu (erektil disfonsiyon), Türk erkeklerinin tutumu ve yeni tedaviler ile ilgili güncel verileri ve araştırma sonuçlarını düzenlediği basın toplantısında kamuoyuyla paylaştı. Türk Androloji Derneği Onursal Başkanı Prof.Dr.Ateş Kadıoğlu, Türk Androloji Derneği Başkanı Prof.Dr.Ramazan Aşçı ve Türk Androloji Derneği Genel Sekreteri Prof.Dr. Selahittin Çayan’ın katıldığı basın toplantısında, Türk erkekleri bağlamında Türkiye’de cinsel hayatın kalitesi ve yaşanan sorunlar masaya yatırıldı. Türkiye’de erkeklerin önemli bir kısmının sertleşme sorunu yaşadığının belirtildiği toplantıda, yeni tedavi yöntemlerinin umut verdiği ifade edildi. Sertleşme sorunu ciddi bir hastalığın işareti olabilir.

Bugün 40 yaş üstü erkeklerde sertleşme sorununun %69’un üzerinde olduğunu belirten Türk Androloji Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ateş Kadıoğlu, 2025 yılında Türkiye’de 11 milyona yakın erkeğin sertleşme sorunu yaşayacağının tahmin edildiğini söylüyor. Erkeklerin bu konuda konuşmaktan çekindiği ve ilaç kullandıklarının bilinmesini istemediklerini belirten Prof. Dr. Ateş Kadıoğlu, “artık cüzdanda taşınacak kadar küçük paketlerde, ağızda eridiğinden suya bile gerek bırakmayan, hatta nane tadında bir ilaçla tedavi mümkün. Yeter ki erkekler sorunlarını saklamasın, bir doktordan yardım almaya gönüllü olsun” dedi.
Nane tadında çözüm!

Sertleşme sorunu yaşayan hastaların kullanımına sunulan medikal yöntemler üzerine bilgiler veren Prof. Dr. Ateş Kadıoğlu, ağızdan alınan ilk ürünün 1999 yılında piyasaya sunulduğunu belirtti. Ancak 2012 yılında Türkiye’deki hastaların da kullanımına sunulan Vardenafil etken maddeli Levitra ağızda eriyen tabletin hasta dostu kullanım şekli itibarıyla son derece önemli bir ihtiyaca yanıt verdiğini söyledi. Ağızda eriyebilmesi, çok yağlı ve kalorili bir yemek sonrası bile etkinliğini sürdürmesi ve 65 yaş altı erkeklerde 15 dakikaya ulaşan hızlı etki başlangıcı nedenleriyle avantajlı olduğunu belirten Kadıoğlu; ürünün, suyla ilaç yutma güçlüğü çeken hastalar için de tercih sebebi olduğunu kaydetti. Sertleşme sorunu yaşayan erkeklerin, sorunlarını partnerleriyle paylaşmaktan çekindiklerine işaret eden Kadıoğlu, “susuz kulanılabilmesi ve hatta nane tadında olması erkekleri rahatlatan bir özellik” dedi.

Hareketsiz yaşam ve obezite temel risk faktörleri
Erektil disfonksiyonun (sertleşme sorunu) üç aydan uzun bir sürede tatmin edici bir cinsel ilişki veya aktivite için yeterli ereksiyonu sağlayamamak ve koruyamamak olarak tanımlayan Prof. Dr. Ramazan Aşçı, ereksiyonun psiko-nöro-vasküler bir olay olduğunu ifade etti. Ereksiyon için sağlıklı sinir sistemi uyarısı, sağlıklı damar yapısı ve sağlıklı penis düz kas yapısına gereksinim olduğunun altını çizen Aşçı, sertleşme sorununun başka hastalıkların işareti olabileceğini belirterek bir hekim tarafından mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Aşçı sertleşme sorununa yaşa bağlı hormonal eksiklikler, kronik hastalıklar (kalp-damar hastalıkları, hipertansiyon, şeker hastalığı, depresyon), stres, alkol, ilaç ve sigara alışkanlıklarının neden olabildiğini kaydetti. Diyabetin sertleşme sorununu 4,1 kat, stresin ise 3,2 kat arttırdığını ifade eden Aşçı, hareketsiz yaşam şeklinin ve obezitenin de temel risk faktörleri olduğunun altını çizdi.
Sertleşme sorunu (erektil disfonksiyon)

Sertleşme sorunu tatmin edici bir cinsel aktivite için yeterince uzun sürecek bir ereksiyonu düzenli olarak sağlayamama ve/veya muhafaza edememe olarak tanımlanır.

Neredeyse tüm erkekler zaman zaman ereksiyon sağlamada ve/veya muhafaza etmede zorlanabilirler. Öte yandan dünya genelindeki 20-75 yaş aralığındaki tüm erkeklerin %16’sı, yani tahminen 152 milyon erkeğin bu bağlamda tekrar eden sorunlar yaşadıkları düşünülüyor. Dünya genelinde sertleşme sorunu yaşayan erkek sayısının 2025 yılına gelindiğinde 322 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor.
Sertleşme sorununun fizyopatolojisi ve psikolojik algısı

Sertleşme sorunu çoğu zaman tabu bir konu olarak görüldüğünden geçmişte tanı konması, anlaşılması ve yönetiminde zorluklar yaşandı. Sertleşme sorunu hem psikolojik hem de fizyopatolojik nedenlerden kaynaklanabilir.
Sık karşılaşılan psikolojik nedenler stres ve anksiyetedir.
Hastada mevcut tıbbi sorunlar olarak sıklıkla tanımlanan fizyopatolojik nedenlerse genellikle kardiovasküler hastalıklar, diyabet, dislipidemi, hipertansiyon ve abdominal obezitedir. Dolayısıyla sertleşme sorunu sağlığın genelini etkileyen bu nevi sorunların erken bir göstergesi olarak önem taşıyor. Hipertansiyon ve diyabet gibi fizyopatolojik sorunların yüksek yaygınlık oranına karşın erkeklerin birçoğu sertleşme sorununun psikolojik kaynaklı olduğunu düşünüyor.

28 Ocak 2012

Tıp Dünyasını Heyecanlandıran 3 Yeni Yöntem Meme Kanserinin Nüks Etmesini Geciktiriyor!



Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen Meme Kanseri Sempozyumu’nda tedavi süreciyle ilgili yüz güldürücü sonuçları olan çalışmalar sunuldu. Tıp dünyasını heyecanlandıran yeni gelişmelere göre; yeni yöntemlerle meme kanserinin nüks etmesi daha uzun süreler geciktirilebiliyor!

Meme kanseri gelişmiş ülkelerde kadınlarda en sık görülen kanser olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’da 80 yaşına kadar yaşayan her 8 kadından, ülkemizde de her 12 kadından biri hayatının herhangi bir döneminde meme kanserine yakalanıyor. Günümüzde çok sayıda kadının meme kanserine yakalanmış olması bu hastalığın tedavisi için yapılan uluslararası çabaları da arttırıyor. Daha başarılı tedavi yöntemleri için yeni ilaçlar veya kombinasyonlar, binlerce hasta ile yapılan klinik çalışmalarla araştırılıyor.

Kongreye katılan Acıbadem Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Gül Başaran’ yeni gelişmeler hakkında şu bilgileri veriyor;

''Osteoporoz ilaçları meme kanserine bağlı nüksü ve ölümü önleyebiliyor''

1. GELİŞME: Osteoporoz tedavisinde ve kemik metastazı olan kanser hastalarında kullanılan ilaç grubu, erken evre meme kanserinde nüksü ve meme kanserine bağlı ölümleri önlüyor.

Kanseri olmayan osteoporozlu hastaların tedavisinde ve kemik metastazı (sıçrama) olan kanser hastalarında, yeni kemik metastazlarını önlemek amacıyla verilen bir ilaç grubu, erken evre meme kanseri hastalarında nüksü ve meme kanserine bağlı ölümleri önlüyor. Yedi yıllık takip sonuçları sunulan araştırmaya göre; menopoza girmemiş, hormon reseptörleri pozitif, yumurtalık fonksiyonları anti-hormon ilaçlarla baskılanarak menopoza sokulan erken evre meme kanseri hastalarında etken maddesi zolendronik asid olan ilacın tedaviye eklenmesi hem hastalığın nüksünü hem de hastalığa bağlı ölümü geciktiriyor. Bu yeni anlayış erken evre meme kanseri hastalarının tedavisinde pek çok onkolog tarafından artık kabul görüyor.

''Hastalığın nüksü 7 ay geciktiriyor!''

16 Ocak 2012

''Meme kanserinin erken tanısında etkinliği kanıtlanmış tek tarama yöntemi ,mamografidir.

Türk Radyoloji Derneği’nden son günlerde meme kanseri tanısında
“ radyasyonsuz yöntem” olarak basında yer alan haberler hakkında basın açıklamasında bulundu. 

Meme kanserinin erken tanısında etkinliği kanıtlanmış tek tarama yöntemi mamografidir.’


Türk Radyoloji Derneği Meme Radyolojisi Çalışma Grubu Raporuna göre;
Kadınlarda en sık ölüme neden olan kanserlerin başında gelen, kadın sağlığını tehdit eden bir hastalı olan meme kanseri ile ilgili 1960 lı yıllardan bu yana erken tanı için çalışmalar yapılmaktadır. Herkes gibi bilim insanları da tek bir düğmeye basarak tüm kanser hücrelerini anında yakalayacak ve yok edecek bir yöntem bulmak isterler. Bu nedenle de bugün tüm dünyada en büyük araştırmalar kanser üzerine yapılmaktadır.

Basında son zamanlarda “meme kanserinde yeni bir tarama yöntemi” bulunduğuna dair yazılar çıkmaktadır. Söz konusu yazılarda “ radyasyonsuz meme kanseri tanısı” yapıldığı iddia edilmektedir. Bu yazılarda mamografi X ışını verdiği ve meme dokusunu sıkıştırdığı için kötülenmektedir. Mamografide kullanılan X ışını çok az miktarda olup dozu insan sağlığı açısından kabul edilebilir sınırlardadır. Sıkıştırma ise meme dokusunun görüntüsünün iyi çıkması için vazgeçilmez bir işlemdir. Zira sıkıştırma sayesinde meme daha az ışın almakta ve görüntüler daha kaliteli olmaktadır.

Yeni denenen yöntemlerin basında yeni ve daha etkin bir yöntemmiş gibi sunulması tehlikeli olabilmektedir. Son gönlerde basında çıkan elektrik impedansı ile çalışan yöntem buna iyi bir örnektir. Bu yöntemin bilimsel olarak kanıtlanmış ve meme kanserini çok erken saptayarak meme kanserinden ölümü azalttığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bilimsel makaleler tarandığında böyle bir çalışmaya ulaşılamamaktadır. Kaldı ki bu tip cihazlar birçok normal veya zararsız oluşumları da kansermiş gibi gösterebilmektedirler. Bu durumda hiçbir şikayeti olmayan sağlıklı bir kadında gereksiz yere yeni birçok tetkik yapılmakta veya biyopsi yapılması gerekebilmektedir.

Bu duruma maruz kalan kadınların yaşadığı anksiyete ve sıkıntı göz ardı edilmektedir. Buna eklenen maddi kayıp ta benzer şekilde görülmemektedir. Bu nedenle henüz hiçbir bilimsel dayanağı olmayan yöntemlerin deneysel yöntemler olduğunun bilinmesi ve uygulanacak olan kişilerin de bu konuda aydınlatılması önemlidir. Basının rolü de burada büyüktür. Elektrik empedans yöntemi bilimsel dayanağı olmayan ve meme kanserinin erken yakalanması üzerine etkisi bilinmeyen deneysel bir yöntem olup meme kanseri taramasında hiçbir yeri yoktur.


Ancak günümüze kadar meme kanserinin erken tanısında tarama amaçlı kullanılabilecek mamografiye daha üstün bir teknik geliştirilmemiştir. Birçok yönde çalışmalar yapılmasına rağmen bilimsel olarak kanıtlanmış, meme kanserinden ölümlerde azalmaya belirgin etkisi olduğu gösterilmiş tek tarama yöntemi mamografidir. Kuşkusuz mamografinin X ışını ile çalışması kadınları tedirgin etmektedir. Ancak 1980’li yıllardan beri özellikle batı ülkelerinde çok yaygın olarak kullanılmasına rağmen mamografinin zararlı etkisine ait kanıt yoktur. Verilen X ışını miktarı kabul edilebilir sınırlarda tutulmakta ve teknolojik ilerleme ile de azalmaktadır. Özellikle 1980’li yıllardan sonra mamografinin faydası anlaşıldığından mamografi taraması, ilk olarak batı ülkelerinden başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır.

Yapılan tarama programlarının çoğunda tarama ile meme kanserinin erken evrede kontrol edilebileceği ve tarama yapılan kadınlarda yakalanan kanserlerin normal popülasyona göre daha erken dönemde olduğu gösterilmiştir. Genel olarak veriler değerlendirildiğinde Mamografi taraması meme kanserinden ölümü %25-30 arasında azaltmaktadır. Tarama mamografisi sağlıklı kadınlarda klinik bulgu ortaya çıkmadan meme kanserini saptayarak meme kanserinden ölümlerin azalmasını sağlayabilen tek bilimsel olarak kanıtlanmış görüntüleme yöntemidir. Tarama programının amacı meme kanserinden ölümün azaltılması ve ortalama yaşam süresinin uzatılmasıdır. Tarama programına geçen İngiltere ve İsveç de ve yaygın tarama yapılan Amerika da meme kanserinden ölümler 1990’lı yıllardan beri düşmeye başlamıştır. Ölümlerdeki bu azalmanın iki nedeni olmuştur: Bunlardan biri mamografi taramasıdır, diğeri de kemoterapideki gelişmelerdir. Mamografi taramasının bu azalmaya etkisinin kemoterapiye göre daha fazla olduğu ve % 65 oranında olduğu gösterilmiştir.

Tarama mamografisi 40 yaş ve üzeri sağlıklı kadınlarda yapılmalıdır. Ülkemizde yapılan tek çalışmada Türkiye’de meme kanserinin %50‘sinin 50 yaş altında geliştiği izlenmiştir. Bu nedenle 40 yaşdan itibaren her yıl düzenli mamografi kontrolü özellikle ülkemiz kadınları için önem taşımaktadır. Ulusal meme kanseri 2010 konsensus toplantısında 40 yaşdan sonra her yıl düzenli aralıklarla en az 70 yaşına kadar tarama mamografisi yapılması kararı verilmiştir.

TRD YÖNETİM KURULU

http://www.populersaglik.com/radyoloji-dernegi-meme-kanseri-tanisinda-radyasyonsuz-yontem-basin-aciklamasi-haber1497.htm

SEDEF HASTALIĞINDA EŞ ZAMANLI UYGULANAN PSİKOLOJİK TEDAVİLER SONUÇLARI POZİTİF ETKİLİYOR

Dermatolojik hastalıkların çoğu, başkaları tarafından görülebilir olmaları nedeniyle hastanın yaşam kalitesini hem kişisel, hem de topl...